31 Aralık 2010 Cuma

BİLMELİSİN Kİ...



Bilmelisin ki ...
Duvarda asılı diplomalar insanı insan yapmaya yetmez.

Bilmelisin ki ...
Aşk kelimesi ne kadar çok kullanılırsa,
anlam yükü o kadar azalır.

Bilmelisin ki ...
Karsındakini kırmamak ve inançlarını savunmak arasında
çizginin nereden geçtiğini bulmak zor.

Bilmelisin ki ...
Gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez.
Gerçek aşkların da!

Bilmelisin ki ...
Tecübenin kaç yasgünü partisi yaşadığınızla ilgisi
yok,
ne tür deneyimler yaşadığınızla var.

Bilmelisin ki ...
Aile hep insanın yanında olmuyor.
Akrabanız olmayan insanlardan ilgi,sevgi ve güven
öğrenebiliyorsunuz.
Aile her zaman biyolojik değil

Bilmelisin ki ...
Ne kadar yakın olursa olsunlar en iyi arkadaşlar da
ara sıra üzebilir. Onları affetmek gerekir.

Bilmelisin ki ...
Bazen başkalarını affetmek yetmiyor.
Bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekiyor.

Bilmelisin ki ...
Yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın dünya sizin
için dönmesini durdurmuyor.

Bilmelisin ki ...
Şartlar ve olaylar, kim olduğumuzu etkilemiş olabilir.
Ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz

Bilmelisin ki ...
İki kişi münakaşa ediyorsa, bu birbirlerini
sevmedikleri anlamına gelmez. Etmemeleri de sevdikleri
anlamına gelmez.

Bilmelisin ki ...
Her problem kendi içinde bir fırsat saklar.
Ve problem, fırsatın yanında cüce kalır.

Bilmelisin ki ...
sevgiyi çabuk kaybediyorsun, pişmanlığın uzun yıllar
sürüyor.


CAN YÜCEL

30 Aralık 2010 Perşembe

Sesli Harfler




Sen, o benim, daha ne duruyorsun aşk kelimesi
Burası ben, gene bir sevdaya çağrıldı o yer
İnanma ellerimi deniz, ağzımı bulut ettiğime
Ağzım da, ellerim de dünyaya göre
Günüm aydınlıkla biter.

Tut ki ben her türlü görünmenin apayrısı
Gün günden sevdaya benzer
Bir adam düşünülsem şapkası maviyle gelen
Bir ekmek koparılsam işte o sıra
Benzer mi benzer sevdaya
Bir duruşum var çevresi gözlerinden.

Sanki yanımda gezdiriyorum aşk kelimesi
Uyanık, duygulu, her günkü yanımda
Bilmem ki ne yapsam, ne etsem bu sevinirliği
Kendimi görmeye parklara gidiyorum
Kiminin bana kiminin çaresizliğe elleri.

Kaçsam da bir türlü karanlık şimdi
Ne kadar aynı bir dünyadayız seninle
Aşka, döğüşe, maviye yetmek için
Biriyim, cesurum, var mısın ellerime
Bir başka sabaha kadar içelim.


Edip Cansever


Şimdi ay doğar bulutlar arasından
Kavat derebeyleri yüreksiz Bolu beyleri
Hırsızlar, yüzde oncular, kumar erleri
Cebren ve hile ile haklarımızı alan
Zulmü ve alcaklığı yöneten murdar ücgen
Biliyor musunuz bir orman gelişiyor şimdi
Türkülerini duyuyor musunuz nice derin
Yakılmış coban ateşleriyle dağlarda
Karanlığı tutuşturup bir köşesinden
Geceyi gündüze cevirenlerin

Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
anamız çay demliyor ya güzel günlere
sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
bu, böyle gidecek demek değil bu işler
biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.”




Cemal SÜREYA

2 Aralık 2010 Perşembe

EMPATİ (*)

senden mi sakınıcam,
al senin olsun tüm benliğim
al ki;
biraz daha sen olayım...


* arada sırada karaladığım kısa dörtlüklerimden biri. adı empati, karşımızdaki insanı daha iyi anlayabilmek için onun neler hissettiğini ve hangi koşullarda bulunduğunu bilmemiz gerekir. bunun en sağlıklı yolu ise empaati kurarak karşımızdaki insanın kişiliğine bürünmektir. Sanırım...

27 Ekim 2010 Çarşamba

Hepimiz Katiliz...




Yazının gidişatından haberim yok, nereye gider buna kendi karar verecek. Ama ille de bir giriş yapmak gerekirse topallamak değil de toparlamak yerine şöyle denenebilir: BU ÜLKEDE İNSANIN KATİL OLMAMASI İÇİN HİÇBİR NEDEN YOK...


Evet bu aslında yazıyı oluşturacak fikrin, aklımdaki taslağını en iyi ifade eden kelimeler bütününün ta kendisidir. BU ÜLKEDE İNSANIN KATİL OLMAMASI İÇİN HİÇBİR NEDEN YOK!..


Neden mi?

Bunun cevabı sizde, ailenizde, yaşadığımız toplumun ortak karakteri icabınca herkeste.

Hepimizin yaşamı, aslında içinde katil büyüten bir insanı oluşturma sürecine hizmet etmektedir.


Nasıl mı?

Deneyelim, bakalım açıklayabilecek miyiz?!.


Mesela en basitinden, daha doğar doğmaz adımıza kurban kesilir, kırkımız çıknca yine kesilir ve kesilen hayvanın kanı alnımıza sürülür. Yani hayata damgalı katil adayı olarak başlıyoruz. Gün geçiyor büyüyoruz, bu ritüeller etrafımızda sergilenmeye devam ediliyor. Pipimiz kesiliyor, canımız yanarken "erkek" olmanın gururunu yaşatıyorlar bize, acımızla eğleniyorlar. Kurban Bayramı diye bir geleneğimiz bir dini vecibemiz var ki sormayın. Daha doğar doğmaz içine düştüğümüz bu toplumun içinde gelişirken, sosyalizasyon sürecimizin bu en önemli dönemlerinde kan görmeye alışık hale getiriliyoruz. Kurbanlarımızla beslenmeyi öğreniyoruz, onların canı yokmuşcasına, onların yaşam haklarına saygı duymaksızın, medeniyet adına vahşice büyütülüyoruz.


Artık Kurban kesimleri beli merkezlerde yapılsa da halen kan akıtmak için canlı canlı hayvanın boğazına gidiyor bıçak. Kaçımız kuzu şiş yerken yediğimiz şeyin aslında doğanın en güzel yavru canlılarından biri olduğunun farkındayız? Kaçımız yediğimiz şeyin aslında bir canlının elinden yaşam hakkı alındıktan sonraki hali olduğunu görüyoruz?


Yaşam hakkına kültürel olarak bu kadar yabancı olan bir toplum olarak, hayvanların ölümünü, kendi saçma geleneklerimiz adına meşru görürken nasıl olur da insanların yaşam haklarını savunacağız?


İnsan olmanın bilincine varamayan bu çoğunluk için gerçekten üzülmek dışında birşey gelmiyor elimden. Yarattıkları katil psikolojili çocukların sokak hayvanlarına çektirdikleri eziyetleri gülerek izleyenler, sevgiden önce nefreti ve öfkeyi empoze eden aileler bu durumu daha ne kadar görmezden gelecekler.


Geleneklerle işlene bu psikoloji milli düşüncelerle daha da belirginleşiyor, askerde adam öldürmeyi bilgisayar oyunlarında adam öldürmekle karıştran milyonlarca insan olduğuna bahse girebilirim. Zira ABD'nin Irak savaşında savaşmaları için seçtiği birçok kişi bilgisayar oyunlarını turnuvalarında dereceye girmeyi başaran (!) insanlardan oluşuyordu. Oyun oynamadıklarını, kurşunu yedikten sonra bir daha ayağa kalkıp sayısız defa ölme hakkına sahip olmadığını, yani yaşadıklarının oyun olmadığını öğrenmeleri içim ölümle birkez burun buruna gelmeleri gerekiyordu, geldiler. ABD'de en yaygın meslek dallarında birinin PDR olduğunu söylesem mübalağa etmiş sayılmam sanırım. Vietnem savaşı bozgunu ve sonrasında yaşananlar buna güzel örneklerç Psikolojisi altüst olan insanlar topluma yeniden kazandırılmaya çalıştırıldı. Ne kadar başarılı oldukları geçirilen cinnet nöbetleriyle oranlanabilir sanırım.


Neyse ülkemize dönelim.

Psikolojik olarak altüst olan nesillerimiz, toplumumuzun altüst olan psikolojik yapısına uygun olarak yetişiyorlar. Yani toplumumuzun toplu olarak rehabilite edilmeye ihtiyacı var.


Yukarıda bahsettiğim kurban geleneği, insan hayatının da hayvanlarınkiyle eşdeğer tutulmasına yol açıyor. Katliamlar zihinlerde, içgüdüsel olarak meşrulaştırılıyor. Askerler ölüm mangalarına dönüşüyor, insanlar magandalara... Futbol terörü neden hiç gündemimizden düşmüyor dersiniz? Acaba bu adamlar toplumun geri kalanından ne kadar farklı bir pikolojiye sahipler? Ben şahs olarak pek büyük bir fark olabileceğine inamıyorum. Çünkü bu toplumumuzun karakterine en uygun yaşam biçimi...


Ogün Samast'la ilgili olarak "bir çocuktan nasıl olur da böyle bir canavar yarattık" soruları havada uçuşuyrdu basında. Acaba kaç basın mensubu toplumun içerisinde bulunduğu bu psikolojiyi sorgulama cesaretini gösterdi? ben denk gelmedim...


Ogün Samast da her türk genci gibi geleneklerine bağlı olarak yetiştirildi. Militaristti, ırkçı bir milliyetçiydi, faşist olmuştu, devletinin bekası için herşeyi yapabilirdi ve bunlar hep o sosyalizasyon sürecinde kendisine empoze edilen düşüncelerdi. Bu onu suçsuz biri yapmaz elbette, yaptığı insanlık suçu sayılacak eylemi aklamak amacıyla hiç yazılmadı. Ama şöyle bir gerçek olduğunu düşünüyorum; bu ülkenin yazılı ve görsel tüm medya organlarında savaş naraları atılmakta, okullarında ırkçı eğitim verilmekte ve bu devlet eliyle meşru bir zeminde yapılmakta, 85 yıldır dindirlimek yerine durmadan körüklenen bir etnik düşmanlık resmi olarak yürütülmekte. Çocukluğunda kanın oluk oluk akışına şahit olan bir "çocuk" olarak devletin bu "psikolojik desteğini" (!) arkasına alan hangi çocuk normal bir vatandaş olabilir...


Mafyavari filmlerin bu derece rabet görmesinin altında da acaba bu yetiştirme tarzı ve osyalizasyon sürecinin bir etkisi olabilir mi?

Cevap veriyorum; OLABİLİR...


Toplum timsah gözyaşını bir kenara bıraksın artık, en azından ben yutmuyorum bu numaraları.


"Kendi düşen ağlamaz" diye bir lafı vardır büyüklerimizin. Toplum olarak da militarizme, faşizme ve devlet terörüne ve sapıklığa sessiz kalarak, Ogün Samast'ları yaratanlar bu toplumun kendisidir. Bu adamlar uzaydan ya da başka bir ülkeden gelmediler ya, bu toplumdan türediler. Ve onbinlercesi daha var sırada. Hergün TV ve Gazetelerde boy boy linç haberleriyle karşılaşıyoruz, bunları yapanlar işte bu insanlardan başkası değil. Fatmagül'e tecavüz edenlerin zihinsel temellerini soruşturacağımıza, kız başına dışarda ne işi var gibi saçma sorular sorarak anca yediğimiz b.ku tatlandırmayı başarabiliriz tolum olarak.


Toplumda kendine ilerici diyen ya da fiili olarak bu rolü üstlenmiş olan tüm demokratik kurumların birleşip ortak zeminde devletin militarist ve kurumsallaşmış faşist ideolojisine karşı savaşması gerekmektedir. Kürt lafını duyunca kanı beyninie sıçrayanlar kemdileriyle başlamalı bu savaşa, işte tam da bu kişiler "kendi düşen"ler kısmını oluşturuyorlar toplumun. Dolayısıyla onlara "ağlamak" yakışmaz. Toplum olarak gelenek ve göreneklerimiz dahil içerisinde şiddet barındıran tüm ögeleri dışlamalıyız. Yoksa katil olmamak elde değil, katil olmak ise çok kolay..

Bu sosyo-psikolojik vakanın tedavisinde Türkiye'deki tüm PDR uzmanlarına ihtiyacımız olacak. En fazla da bu ülkenin onurlu, şerefli, vicdanlı aydınlarına ihtiyacımız olacak.



*PDR ( Psikolojik Danışmanlık- Rehabilitasyon)

4 Ekim 2010 Pazartesi

İnsan ve Özgürlük Sorunu Hakkında Kişisel Fikirler.



















İnsanoğlu düşünmeye başladığı ve kendi varlığının farkına vardığı andan itibaren üzerinde en çok durduğu soru "ben kimim?" olmuştur. İnsan n
edir?, diğer canlılardan ya da şuradaki taştan beni ayıran özellikler nelerdir?'i sorgulamıştır. Bunu için sorgulayan kadar varılan sonuç mevcuttur.

İnsanoğlu bu soruyu sorduktan ve kendisi hakkında fikir üretmeye başladığından itibaren ise, kendisi olmayanlar hakkında düşünmeye başlamıştır. Kendini başkasında, başkasını da kendisinde bulmuştur sorduğu sorularla. Ama en ilkel bağlardan biri olan "Aile" bağları dahil, insanların birbirleriyle olan ilişkileri, sorumluluk ve özgürlük bu soruları takip etmiştir. Özgürlük fikrinin ortaya çıkışı kuşkusuz onun olmadığı bir aşamada meydana gelmiş olmalıdır. Tutsak olan ya da çeşitli bağlar ve sorumluluklarla başkasına bağlı olan insan, bu bağı ve bireysel özgürlüğünü sorgulamış olmalı.

Acaba özgür müyüz?

İnsan'ın insan olması onun seçtiği bir durum değildir, dolayısıyla insan bu özelliğini özgür olarak seçememiştir. Bunu gibi fiziki kimi özellikler müdahala edilemeyen, tercih edilemeyen veya atfedilen değerlerdir. Kişi cinsiyetini de seçemez, bu da doğuştan gelen bir özelliktir. Ama kişi kim olduğunu ve kim olması gerektiğini kendisi seçebilir ve bu özgürlüğe sahiptir.

Örneğin, bir insan yeterli ya da yetersiz bilgisiyle bir çözümlemeye varır ve inşaatta çalışan bir işçi olarak yaşamını sürdürmeye karar verebilir. Bu zorunlu olarak yapılan bir tercih de olabilir, önemli olan zorunlu da olsa bunun bir tercih olmuş olmasıdır. Bu insan işçi olmayıp açlıktan ölmeyi de seçebilirdi, ama bunu yerine yaşamak için gerekli olan maddi varlıkları kazanmak amacıyla işçi olmayı tercih etti. Ya da toplum onu bunu seçmeye itti. Burda sanırım tam bir özgürlük söz konusu olmamalıdır. Çevre etkilerini göz ardı edersek bize böyle gelecektir, ama çevre şartları göz önüne alınırsa insanın birçok konuda iradesini başkalarına teslim ettiğini görebiliriz. Yarım da olsa bu seçenekler arasında tercih yapmaktır ve tercih yapmak özgürlüktür.

Özgür müyüz?

Özgür değiliz, ama özgürlüğe mahkumuz. Alın yazımızda özgürlük yazıyor, özgürlük için savaş, bireyin kendini var etmesi süreci demektir. Kişi kendini var etmeye başladığı andan itibaren kalabalıklar içerisinde kendini ayırt etmeye, kendi bilincine varmaya başlar. Kendi bilincine varmaya başladıkça da toplumdan giderek kopar ve "özgürleşen birey"e dönüşür. Burda önemli olan konu şudur ki, özgürleşen birey saly bireyden ziyade, toplumun değer yargılarından soyutlanıp, onun moral değerleinden uzaklaşıp ondan bağımsız düşünmeye başlar. Bu önyargılardan uzak, sorgulamacı ve anlamaya yönelik bir çabadır ve topluma karşı bir sorumluluk olarak karşımıza çıkar.

Özgürleşen birey, sorumluluk bilinciyle hareket ederek kendini karşılaşacağı durumlara karşı hazırlıklı olmaya iter. Bu onu eylem adamı olmaya yönlendirir. Burda eylemden kasıt salt yürüyüş ya da protesto değildir. Düşünmek dahil, verilen tüm tepkiler özgürleşen birey'in özgürleşme serüvenini özetler niteliktedir. Hayata karşı, kendine karşı, topluma karşı, aileye karşı var olan ve etrafınıs aran sorumluluk çemberinden sıyrılamaz. Ama etrafını saran bu çemberin, yani sorumluluk çemberinin bilincinde hareket ederek, gerçekleştirdiği eylemin sonucuna katlanmayı yani sorumluluk almayı bilir. Özetle sorumluluk çerçevesinde tercih yapmak zorunda kalır. Tercih etme bilincine vardığında ise özgürleşmeye başlamış demektir.

Zorunluluklar sorumluluk olarak karşısına çıkar ve o bu zorunlulukların sorumluluğunu alıp almama kararıyla özgür eylemini gerçekleştirir. Gerçekleştirdiği eylemin sonucu ise tercihe bağlı olarak değişeceği için, insan geleceğini tasarlamış olur böylece. Tercih ederek, geleceğini tasarlamaktadır özgürleşen birey.

Aslında hepimiz bugün verdiğimiz kararlarla geleceğimizi tasarlıyoruz. Hayaller kuruyor ve ona göre adımlar atıyoruz. Şartlar bizi yönlendirse de yine de tasarladığımız geleceği yaşamış oluruz. Bu sebeple geriye dönüp baktığımızda yalnızca bugüne ulaşma cabasını görürüz. Çünkü dün yaptığımız tercihler bugünümüzü şekillendirmiştir. Bugün ise bu süreç devam etmektedir. Yaptığımız tercihler geleceğimizi şekillendirmeye devam ediyor. Ve birey bunu bilincinde olarak nasıl bir hayat yaşamak istediğine karar vermeli. Ya özgür bir hayat seçecek, geleceğini tasarlayacak ya da tasarlama işlerini başkalarına bırakacak ve hayatı tribünlerden izleyecek. Bu insan ikinci durumda geleceğini dolayısıyla hayatını başkalarının insafına bırakmış demektir. Ve onun yarını, başkaları tarafından şekillendirileceği için asla özgür olmuş olmayacaktır.

Bizim burada savunduğumuz özgürlük anlayışı tüm insanlara hoşgörüyü ve hümanizmi de içerisinde barındırmaktadır. Zira her kesin geleceğini tasarlama hakkının varlığı onların özgürlüklerine ve hayatlarına saygı duymayı zorunlu kılmaktadır. Bu onun zorunlu bir sonucudur.

Bu düşüncelerin temelinde varoluşçu felsefenin derin izlerini göreceksinizdir. Bu düşünce yaratılmış hazır kalıp insanı reddeder ve kendini yaratan, geleceğini tasarlayan özgür insanı merkezine alır. Bu sebeple hümanist ve akılcıdır. Bir tanrı fikrini de red etmektedir, ve benim düşüncem insanın tanrı olduğu yönündedir. Kendisinini bugününün ve yarınının özgür belirleyicisi olarak kendi tanrısı yine insanın kendisidir. Çünkü insanın kendisi üzerinde sınırsız tercih hakkı vardır. İsterse onursuz bir insan olabileceği gibi bir dindar da olabilir, bir budala da olabilir bir bilim adamı da. Sonuçta bunu insanın bugün yaşadıkları belirler.

Gelecek; dünün torunu, bugünün çocuğudur.

14 Eylül 2010 Salı

Referandum !..




Daha önce referandum sürecini "evet-hayır" zıtlaşması üzerinden değerlendirmeye çalışmış, neden evet ya da hayır demeyeceğimi açıklamaya gayret etmiştim.

Bugünkü yazıda ise referandum sürecinin sonunda karşımıza çıkan süreci, kendi süzgecimden geçirerek aktarmaya çalışacağım.

Evet ya da Hayır seçeneklerini destekleyenler, her biri yalnızca kendi düşüncesine odaklandığı için bir diğeri hakkında yeterinde bilgi sahibi olamadılar. Olaylara taraflı ve düşmanca yaklaşmak sorunu anlaşılmaktan uzaklaştırdı ve içinden çıkılmaz bir hale soktu. Bu sebeple "evet-hayır" seçeneklerini tercih etmeyen biri olarak, dışarıdan yönelteceğim eleştirilerle bu süreci her iki taraf için de anlaşılır kılmak için çabalayacağım.

Öncelikle diğer yazılarımdaki sıralamaya uygun olması bakımında "evet" seçeneğini inceleyelim. Evet'çiler için yazdığım yazıda, samimi olmadıklarını, samimi olmaları halinde yapmayı vaad ettikleri değişikliklerin aslında yapılması gereken değişiklikler olduğunu ifade etmiştim. Şimdi baktığımızda içerikten ziyade reklam çalışmalarının ve muhalefetin olayı kişiselleştirmesinin bir sonucu olarak "evet" oranlarında hiç beklenmeyen bir artış ortaya çıktı. Bunun sebebi bana öyle geliyor ki, muhalefet partilerinin bunu bir güvenoyu sınamasına çevirmeleri olmuştur.

Zira Tayyip Erdoğan ve AKP karşıtlığı üzerinden yürütülen kampanyalar, alternatif sunamayan muhalefetin söylemlerinin havada asılı kalmasına ve halkı ikna edememesine yol açtı. Kişiler ya da karizmatik liderler her zaman hedef haline getirilirler, ancak bu onların karizmalarının artması dışında bir işe yaramaz. Tayyip Erdoğan hakkında çok eskiden beri yürütülen kampanyaların varlığı, bu zatın halkın hafızasına sinen bir biçimde etki etmesine sebep olmuştur. Ve yapacağım dediği her şeye muhalefetin karşı çıkması, vatandaş nezdinde çok da hoş karşılanmamış anlaşılan.

Tayyip Erdoğan üstü açık veya muhalefetin söylediği gibi üstü kapalı bir biçimde halk oylamasına sunduğu maddeleri, oyunu istediği vatandaşa açıklamayı başarmış gibi. Ya da kendisi üzerine oynayan muhalefeti daha da kışkırtarak popülaritesini arttırmış görünüyor. Bu gidişat yerel ya da genel seçimlerde de aynı şekilde devam edecektir gibi geliyor. Eğer Muhalefet gerçek anlamda alternatif projeler geliştirip, halkın karşısına "bunu, bunu, bunu, şöyle, şöyle,şöyle yapacağız" diye çıkmazsa AKP ve Tayyip Erdoğan daha birçok meydan savaşını zorlanmadan kazanacaktır.

% 58 evet oranı hükümetin halktan ciddi bir destek aldığını gösteriyor. %42 hayır oranı ise, proje ortaya koyamayan muhalefetin ıkınarak çıkardığı bir sonuç gibi görünüyor. Yoksa alternatiflerin yarıştığı bir şeçimde bu kadar farkın çıkması beklenmemeli.

Hayır cephesine gelelim.

Bütün gazeteler ve köşe yazılarında Hayır oylarının oranının büyük oranda Kemal Kılıçdaroğlu' nun karizmasına bağlı olduğu yazılıyor. Burada açıkça MHP' nin bu oylamada "dış kapının mandalı" konumunda algılandığını gösteriyor. Kılıçdaroğlu çok çalıştı, çok mitingler yaptı, bazen aynı gün içerisinde farklı şehirlerde 4 miting gerçekleştirdi. Büyük bir performans gösterdi elbette ve kendisinin genel başkanlık koltuğuna oturduğu günden itibaren sürekli artan karizması büyük oranda bu performansa yansıdı. %42 oranının çıkmasında büyük bir paya sahip oldu haklı olarak. Ancak konuşmalarında çok fazla konuya sembolik olarak değinmesi, altını doldurmadan dokunarak geçmesi, alternatif bir program ve projeden yoksun olması ve en önemlisi referandumu Tayyip Erdoğan'a karşı bir meydan savaşına dönüştürmesi, oranların böyle farklı olmasına yol açtı.

Bu yaptıkları yanlışlarıydı. Doğru yaptığı tek şey söylemlerin Milliyetçi ve soyut kavramlardan arındırılıp daha gündelik ve gerçekçi söylemlere dönüştürülmesi oldu. Konuşmalarda ekonomik sorunlar, sağlık sorunları ön plana çıkarıldı, eşitlik ve kardeşlik mesajları verildi. Statükoyu aştıkları söylenemez elbette, ama bu söylem değişikliği Baykal dönemine göre oldukça köklü değişiklikler anlamına geliyor. Velhasılıkelam yapılan bu manevralar, yanlışların yanında oldukça güdük kaldı ve sonuca böyle yansıdı.

Bir de referandum'un bir diğer cephesi vardı, "BOYKOT"...

Boykot tavrı hem evet hem de hayır'cılar tarafından boş bir eylem olarak görüldü. Vatandaşlık görevi oy kullanmaya indirgendi, insanların 3. bir seçeneği seçmesine kaybedilecek oy ve sarsılacak sistem meşruluğu sebebiyle karşı çıkıldı. Ancak görülen o ki, ülke genelinde referanduma katılım %77 oranında. Bir başka deyişle, boykot edenlerin oranı % 23...

Yapılan hesaplar % 77 üzerinden alınan %'lik dilimleri yansıtmaktadır. Yani 100 kişden 77 si oy kullanmaya gitmiş, bunların (77'nin) %58'i evet demiş, %42 si hayır demiş. Yani 50.000.000 kişinin sandığa gideceğini hesaba katarsak, 38.500.000 kişi oy kullanmış, bunun % 58'i yani 22.380.00 kişisi "evet" demiş, % 42'si yani 16.170.000'i "hayır" demiş. kalan kişi sayısı ise 11.500.000 oluyor ki bu sayı azımsanmayacak kadar çok oluyor "boykot" edip sandığa gitmemiş.

Güney Doğu ve Doğu'da BDP'nin çağrısı önemli yankı bulmuş durumda. Birçok ilde referanduma katılım sembolik denecek kadar az. Örneğin; Hakkari'de bu oran % 6. yani 100 kişiden yalnızda 6'sı sandığa gitmiş, 94 kişi boykot etmiş. Diyarbakır'da katılım %35 civarlarında yani %65 boykot... Bu liste bölge illerinde bu şekilde. Yerel seçimlerdeki tabloya benzer bir şekilde BDP ve CHP'nin oylarını koruduğu, kitlesini yönlendirebildiği görüldü. MHP ise tabanının AKP tarafına kaymasına engel olamadı. Bu sebeple partisinin 1. olduğu yerlerin bir çoğunu "Evet" rüzgarı kasıp kavurdu.

Anlamlandıradığım bir nokta da "Hayır" diyen CHP'lilerin Boykot edenlere karşı yönelttikleri işbirlikçi eleştirisi. Bu eleştirinin ilertutar bir yanı yok. Hala statükoyu devam ettirip insanları kalıplara sokma arayışının bir ifadesidir ancak bu. Boykot edenler, eğer boykot etmeselermiş oyları "evet" olacakmış zaten. Yani?!. İlle de Hayır mı demek gerekiyor yani, bu mu demokrasi? Bu düşünceyi savunan insanların bir an önce siyasal kuramlar hakkında bilgi edinmelerinin elzem olduğu görüşündeyim.

Ayrıca BDP dışında boykot edenler de vardı referandumu, tıpkı CHP dışında "Hayır" diyen solcuların da olduğu gibi... BDP eğer istekleri kabul edilirse referanduma evet diyeceğini açıkça söylemişlerdi zaten. Adamlar gizliden iş yapmıyor. Ben hayır diyeceğim deyip boykot ediyorum demediler yani. Bu sebeple BDP kendi politikası gereği bir tercih yaptı ve bölgesinde büyük bir destek alarak 3. seçeneğin meşruluğunu sağladı. CHP'lilerin neden evet Doğu ve Güney Doğu'da bu kadar yüksek çıktı demek yerine bir an önce, Neden buralarda Hayır oranları bu kadar düşük çıktı diye düşünmesi lazım. Demek ki Kürt sorunu noktasında gerçekçi bir projeye sahip değiliz, demek ki bölgenin ekonomik kalkınması için yerel otoritelerle ilişki içerisinde değiliz, demek ki bölge halkına herhangi bir şey vaat edemiyoruz diye düşünmeliler. Şapkasını çıkarıp önüne koyması gerekir ana muhalefetin..

Yazıyı noktalamanın zamanı geldi. Tahmini sayısal verilerle yaptığım hesaba göre, "evet" oldukça büyük bir fark atmış durumda. hayır'cılar hayırlara vesile olmadılar kendi açılarından, fakat referandumun 2. galibi kesinlikle Boykot cephesi oldu. İlerleyen dönemlerde Kürt sorunuyla ilgili konularda BDP'nin muhattap alınmasının meşruluğunu sağladılar böylece... Sırada Genel Seçim ve bu arefede çözülmeyi bekleyen ciddi sorunlar var. Hükümet yapacağım dediklerini bir bir yapmalı ki kendine olan güven devam edebilsin. Bu baskı onları hata yapmaya da itebilir elbet, ancak genel seçimlerde başarılı olması bu vaatleri gerçekleştirmesine bağlı. Muhalefet de alternatif projeler geliştirip tercih nedeni olmaya çaba göstermeli. Kuru gürültüye papuç bırakılmadığını görmüş olduk. Boykot eden BDP seçmenine güven vermiş durumda, zafer sarhoşluğu içerisindeler. Bu rehaveti üzerlerinden atıp önlerindeki maça odaklanmalılar. hoş genel seçimlerde büyük oranda aynı tabloyu yakalayacaklardır ancak hükümet attığı adımlarla bölgeden destek koparmayı başarıyor, bunu engellemek için çok çalışmalılar.

Olaya bir de bu taraftan bakın isterim. İsterim ki kuru ve kişisel düşmanlıklar yerine siyasal alternatifler yarışsın, ülkemde insanlar bilinçsizleştirildiklerinin ve sadece sistemin meşruluğu için kendilerine ihtiyaç duyulduğunun ayırdına varsın. İsterim ki insanın insan tarafında sömürülmediği insanca bir sistem kurulsun, ve isterim ki bütün bunların zorlu olduğunun fakat mutlaka olması gerektiğinin farkına varılsın.

kalın sağlıcakla...



Saim Balkaya


3 Eylül 2010 Cuma

ALLİANOİ için bir adım gerekli.

Kültürel değerlerimiz yok ediliyor.

Bu yeni birşey değil, Almanların koca kenti söküp Berlin'e taşıdıklarını biliyoruz. Yine Fransa'da, İngiltere'de Rusya'da Anadolu medeniyetlerine ait yüzlerce eser kaçırılarak sergieniyor hala. Irak savaşı sırasında yağmalanan tarihi eserlerin haddi hesabı ise bilinmiyor. Medeniyet çalınarak oluşturulamaz. Ama şimdilerde Türkiye'de farklı bir medeniyet düşmanlığı gözlemliyoruz.

Binlerce yıllık tarihi mirası içerisinde barındıran antik kentler saçma sapan baraj projeleri sebebiyle sular altında bırakılmak isteniyor. Hasankeyf bunlardan biri, bunu dışında ALLİANOİ gibi yerler de var. Bu yerler binlerce yıl önceki Anadolu medeniyetinden bizlere kalan eşşiz değerdeki bir miras olmanın yanında tarihi değeri ise tartışılmaz.

Ama ilgili bakanlık ve DSİ burada böyle bir kentin olmadığını söyleyecek kadar gözleri dönmüş vaziyetteler. İnsanlar referandum sürecine kitlenmişken arka planda sessizce üstü kumla örtülmek isteniyor ALLİANOİ'nin. Anadolu mirasını yok ederek kimliksiz ve benliksiz bir toplum yaratmaya çalışıyorlar. Bergama'nın bir bölümünü oluşturan bu antik kaplıcalara bakanın savunması "orası sadece bir kaplıca, bunlardan Anadolu'da binlerce var" şeklinde olmuştu. Bu nasıl bir tarih bilincinden yoksunluktur, bu nasıl bir düz mantıktır. Bunu aklım hayalim algılayamıyor, farklı bir boyuttan sesleniliyor sanki de ben o sebeple algılayamıyorum.

Can Dündar'ın aktardığına göre, sular altında bırakılacak kent, kille kaplanmak üzere sular altında sergilecek. Fakat zarar görebileceği gerekçesiyle mahkemeye itiraz edliyor ve yapılan itirazlar sonucu DSİ ve Bakanlık davayı kaybediyor. Fakat DSİ bir uyanıklık yapıp "kille kaplanacak" ibaresini "kumla kaplanacak" şeklinde değiştirip tekrar kendi lehlerine karar alınmasına sebep oluyor. Uzmanlar ise kumla kaplamanın en az kille kaplamak gibi zararlı olduğunu ve çürümeyi tetikleyeceğini söylüyorlar.

Bu kritik süreçte gündemi bırakıp bu konu üzerine eğilen tek yazarımız Can Dündar oldu. Onun dışında Pop şarkıcısı Tarkan'ın bu duruma karşı çıkan konuşması olayın duyulmasına geniş bir katkı sağladı. Tarkan'a bu konudaki duyarlılığından ötürü teşekkür etmek gerek. Zaten bakanın saçmalamaları da bu süreçten sonra gerçekleşti. "sanatçı sanatını yapsın, tutup ben de şarkı söylersem ne olacak" sözleri halen aklımda. İlgili alanda en tepedeki insanın bu cahilce ve kabaca açıklamaları aslında toplumun vicdanının ne denli nasır tuttuğuna delil teşkil ediyor. Bu antik kent Beyoğlu'nda alışık olduğumuz eski harabe binalardan çok daha eski ve en az onlar kadar değerli. Burası antik bir kentin en önemli kalıntıları...

Geçenlerde Ara Güler'in bir röportajını okudum Milliyet Cadde ekinde. İstanbul'un eksisi gibi olmadığını, tarihi mirasa sahip çıkılmadığını söylüyor ünlü fotoğrafçı. Marmaray çalışmaları sırasında ortaya çıkarılan kalıntıları yorumlamış ve "haberimiz bile yok eskiden, üzerini örtüp oturmuşuz" diyor. Fakat bu durum ALLİANOİ için geçerli olmasın. ALLİANOİ için yapılması gereken şeyler olmalı.

Türbeler koruma altına alınıp ziyarete açılırken nedir bu kendinden olmayana duyulan aygısızlık. Bu davranış Osmanlı'dan kalan son kalıntıların Kabe etrafından temizlenmesi politikasını meşrulaştırmaz mı? Ya da Anadolu kültürünün tek kaynağının İslam kaynaklarından oluştuğu gibi saçma ve açıkça bir tavra işaret etmez mi? Bu bir şüphe, herhangi bir açıklama yok bu konuda ama insanın içini kemiren bir tarih düşmanlığı başka biçimde açıklanamıyor zihnimde.

Hakkında onlarca bilimsel çalışma yapılan bir kenti tutup da yok saymak nasıl bir zihin yapısını egrekli kılıyor. Kahvede okey oynarken mi alınıyor bu kararlar? bu kadar sığ düşünmek neden?

Tarihi değerlerimize sahip çıkalım, onu biz yapmadık ama onlar bizim taşınmaz miraslarımızdır. Ayasofya Müzesi nasıl böyleyse, ALLİANOİ de HASANKEYF de öyledir ve baraj suları altında kalan kalacak olan her yer de öyledir. Bunlara sahip çıkmak tarihi bilince sahip insanların yetişmesine yardımcı olmak anlamına gelir.

Acaba Can Dündar'ın dediği gibi Almanlar'dan rica etsek de bu kenti de alıp götürseler. Suyun altında izlemekten se içerisinden gezerek izlemek daha iyi bir seçenek olurdu.

2 Eylül 2010 Perşembe

Evet'teki hayırdan farklı değildir hayır'dan gelecek hayır!


Geçenlerde referandum konusunda evet diyenleri eleştirmiş, daha sonra ise "hayır"cıları eleştireceğimi söylemiştim.


"hayır'da hayır vardır" ya da "doğrusu hayır" gibi kelime oyunlarının arkasında nasıl bir siyasal duruş barınmakta, bu siyasi duruş ne kadar gerçekçi ve ne kadar halkın isteklerine cevap verebilir? Konunun etrafında döneceği çember budur.


Öncelikle belirtmekte fayda gördüğüm bir ayrıntı söz konusu. Ki bu ayrıntı aslında "Hayır" diyen CHP'nin son dönemlerde yaşadığı değişimler ve bu değişimin parti pratiklerinde ya da söylemlerinde meydana getirdiği değişikliklerdir. Yakın bir dönemde Baykal döneminin sona ermesi ve parti teşkilatında yaşanan "baykalcı" tasfiyelerinden sonra, rotasını Ecevit döneminde olduğu gibi "sol"'a kıran bir CHP karşımıza çıkmaktadır. Bu sayede CHP'de yaşanan söylem değişikliğinin temelini oluşturan "zihniyet" değişikliği gibi algılanan bu durumun şüpheli olmasını, söylemlerin bir kısmının halen devam etmesinden anlayabiliyoruz. Nedir bu söylemler ve Kılıçdaroğlu ne kadar samimi olabilir? kafamı kurcalayan 2. nokta bu. Evetçileri eleştiriken üzerinde durduğum konuların başında bu "samimiyet" sorunu gelmekteydi. Değişen birşey olmadı, şimdi bu "samimiyet" sorununu CHP yönüyle sorgulayacağım.


Deniz Baykal döneminde Kürt sorununu "terör" sorunu olarak nitekeyen zihniyette bir değişiklik olmuş gibi görünmüyor, politikalar halen "PKK" nin Kürt halkından tecrit edilmesi üzerine kuruluyor. Ancak işin ironik yanı bu siyasi gelenek Kürt halkının varlığını kabul etmeyen, Kürtçenin bir dil olmadığını dahi söyleyecek kadar ileri gidebilmiş bir temele oturmaktadır. Ki bu durum "neden CHP Doğu ve G. Doğu'dan oy alamıyor" sorusunun cevabını teşkil ediyor. Fakat bu ayrı bir konu olduğu için daha fazla üzerinde durmayacağım.


Fakat geçen zamana karşın hala bu söylemlerde bir ilerleme sağlanmış değil gibi. Hala "Militarizm" çığlıkları atıp "darbe" savunuculuğu yapabilecek kadar yerlerinde sayan bir geleneği görüyoruz. Baykal döneminde sırf muhalefet olsun diye muhalefet yapma görüntüsü ise artık yerini biraz daha halktan yana söylemlere bırakmaya başladı. Bu değişim zannedersem CHP'nin yeniden "ortanın solu" olmaktan çıkıp "sol" olduğunu iddia etme çabasıdır. Ne zaman ülkede "sol" söylem güçlense CHP sübap görevi yapıp bu tepkiyi kendi tarafına kanalize edebiliyor. Yıllarca "solcu" olarak tanıtılan "Ecevit"in " benim bu ülkeye en büyük hizmetim, kominizmin gelmesini engellemiş olmamdır" demesinde bu durum açıkça itiraf edilmiştir.


Bu son örnek ise samimiyet sorgulamamızın temelini teşkil edecektir. Son dönem söylemlere dikkat edersek daha demokratik ve halkçı söylemlere şahit oluruz. Yıllardır arkadaş çevremde yaptığım ve hatta CHP siyasetini terk etmemi ve olgunlaşmamı sağlayan "CHP işçilerin ve emekçilerin haklarını savunmuyor, nasıl olur da ilçe başkanı bir taşeron olabilir" sorgulaması, sanırım tabandan gelen bir baskı olarak tepenin değişimine yol açmış olmalı. Ben söyledim oldu demek değil bu, ben bu eksikliği gördüm ve değiştiremeyeceğimi çünkü teşkilat yapısının hiç de söylendiği gibi demokratik olmadığının farkına vardım. Bu tarz bir teşkilatlanmada yer almak ise kendi görüşüme ve işçi kesimine ihanet olacaktır diye düşünüp uzaklaşmayı ve devrimci siyasete yönelmeyi tercih etmiştim. Benim gibi düşünen insanların çoğu Kılıçdaroğlu başa geçtiği andan itibaren CHP'nin değişmiş olduğuna inanmış, statükonun kırıldığına ve demokratik bir yapıya kavuşulduğunu düşünüp geri dönmüştür. Bunlar başımdan geçen kişisel rahatsızlıklardır ve siyasi tercihimi belirleyen gerçek sebeplerdir.


Halk partisi ismini taşıyıp bu iddiada bulunan bir partinin, kendine ilke ve amaç edindiği altı (6) ok, sayısı giderek düşürülmüş ve tektip düşünen bir siyasi hayatın oluşmasına yol açmıştır. Bu da kesin olarak programa ve söylemlere yansımış, halkçı olması gereken "Halk" partisi halktan uzaklaşmayı tercih etmiştir. İşçi haklarının korunması noktasında uzunca bir zaman uzaktan seyretmekle yetinmiş ancak AKP başa geçtikten sonra kaybettiği bu alanı yeniden kazanmak amacıyla harekete geçmiştir. Bundan ötürü her işçi eyleminde mutlaka bir CHP'li vekili görürüz. Bu pastadan pay kapma telaşıyla yapılan bir hamle olarak gözükmektedir bana, bu sebeple hiç de samimi gelmemektedir. Bunun sebebi ise işçilerle ilgili konularla ilgilenen teşkilat yapılanmasının başına bir fabrikatörü getirmeleridir. işçi haklarını savunacak noktaya siz işçi temsilcisi getirmek yerine gidip bir işvereni getirirseniz size "bu ne perhiz bu ne lahana turşusu" demezler mi? demiyor çoğu kişi ama ben diyorum.


Kürt sorununda ise yıllardır savunulan ihma ve inkar politikaları askerle paralel olarak sürdürülmektedir. Hatta Askerin yanlışlarını farkedip geri adım atmasına dahi MHP'liler gibi karşı çıkmayı görevi biliyor arkadaşlar. Kılıçdaroğlu Tunceli "Dersim" kökenli olmak sanki ayıpmış gibi, "ben nevşehir kökenliyim" demeyi tercih ediyor. Bu "soy, boy" tartışmalarını başlatan söylemdi hatırlarsanız. CHP kürt sorunu konusunda hiçbir ilerici adım atmıyor halen 1990'lı yıllarda hazırladığı raporun arkasına gizlenerek bugünkü siyasi durumunu gizlemeye çalışıyor.


6 adet olan okun sadece Milliyetçilik ve (sözde) Laiklik olanını savunarak ikiye indirip, gerçeklerle ilgilenmeyen, sadece soyut kavramlarla uğraşıp dikkat dağıtan bir görüntü meydana getiriyor. Halkçılık, devletçilik ve devrimcilik ilkeleri terkedilmiş durumda beklemektedir. CHP son dönemlerde yaptığı söylem değişikliğiyle bu eksik okların boşluğunu doldurmaya çabalıyor. Devletçilik gibi diğer ilkeler kuru söylemlerle destekleniyor şimdilik, umarım iktidar olma durumunda bu ilkeleri hayata geçirebilirler. Ama dediğim gibi her zaman olduğu gibi "sol'un güçlendiği" bir zamanda bu söylem değişikliği yeni bir sübat vasifesi almak anlamına geliyor. Bu sebeple bana hiç ama hiç samimi gelmiyor bu söylemler. Hiçbiri "Ecevit" kadar ilerici olamazlar söylemler noktasında, ama onun övündüğü meseleyi yukarıda belirtmiştim. Ondan daha ilericisi ne olur bilemiyorum, Kılıçdaroğlu da acaba yıllar sonra "benim en büyük hizmetim ülkede sol hareketlerin yeniden güçlenmesini engellemektir" der mi? Dememesi için şuan hiçbir sebep göremiyorum. Pratiğe geçirilmeyen söylemler, söylem olmaktan ileri gidemez.


Ülkenin en önemli sorunu ve kanayan yarısı olan Kürt sorunu ve İşçilerin haklarının ihlali meselesinde "kürt" nüfusunu büyük şehirlerde yedek işçi gücü olarak barındıran sistem içerisinde CHP bu insanların oylarını kazanmak için ne gibi bir hamle yapacak acaba? ya da böyle bir derdi var mı? yoksa büyükşehirlerde ve Dou'da kaybetmesine sebep olan bu sorun hakkında bir adım atmayacak mı? CHP "halk" partisi olma söylemini hayata geçirmek istiyorsa Kürt halkının kültürel ve ekonomik hak mücadelesini desteklemeli, işçi sendikalarıyla senkronize hareket edip, sendikaların, TÜSİAD ya da MÜSİAD'dan önce başvurulması gereken merciler olduğunu kavramalı. Bunu dışında elitist üstten bakan anlayıştan uzaklaşmalı, türban sorununa "üstü kapalı (SİYASİ)" değinmek yerine, bilimsel temellere dayalı nesnel açıklamalar getirmeli. Söylemlerinin havada asılı kalmaması için bunları yapmalı.


Ancak CHP siyaseti bu kadar esnek bir yapıya sahip değil, o sebeple bunları gerçekleştirecek atılımı yapabileceğine inanmıyorum.


CHP-AKP zıtlaşması ya da kutuplaşmasına da kısaca değinmek istiyorum.


Herkesin birlidiği gibi CHP Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu partisidir. O zamanki adı Cuhuriyet Halk Fırkası'dır. Ve o zaman AKP yoktur henüz ama sadece fiziki olarak. Çünkü kimse Mustafa Kemal'in karizması karşısında dayanabilecek güce sahip değildir. Ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde her iki grubun da temsilcileri vardır o dönemden önce. Ve bu iki grup her zaman birbirlerine düşmanlık etmiş ve karşılıklı iktidar mücadelesine girişmişlerdir. Cumhuriyet'in ilk zamanlarında tek parti diktası dışında yalnızca 1 defa CHP tek başına iktidara gelebilmiştir. Onun dışındaki tüm seçimleri ya tek başına iktidar olarak ya da iktidar ortağı olarak Adnan Menderes geleneğinin temsilcileri kazanmışlardır. ve bu mücadele en çok da böyle dönemlerde açıkça görülmektedir. Mendereslerin asılması olayının sorumlusu olan askeri darbe (1960) o eski hesabı ve geleneği sürdürmek istiyordu. 1970 darbesi ise ona karşı yapılan bir darbeydi. Darbeye karşı darbeyle cevap veriliyordu. 1970 darbesinden sonra 1980 darbesiyle birlikte artık devletin gidişatı, Laik yönden Türk-İslam sentezi yönüne kaydırılıyordu. Bu gidişat bugünümüze ise AKP'nin temsilcisi olduğu geleneğin neden bu kadar güçlü olduğunun göstergesidir. AKP aslında 100 yıllık bir kavganın kendi payına düşen raundunu temsil ediyor. Özal döneminde devletçiliğin terkedilip "Liberal" ekonomiye geçişin başlaması, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Necmettin Erbakan koalisyonlarında ise bunların perçinlenmesi ve İmam-Hatip liselerinin açılması. Ülkenin her yanında Camilerin yapılmaya başlanması bu dönemlere denk gelmektedir. Avrupa Birliği ve Dünya Bankasından 90'lı yıllar boyunca alınan tüm krediler Camii yapımına harcanmıştı, adeta "laik" politikadan intikam alınıyordu.


Söylemek istediğim aslında CHP-AKP ayrılığı ya da kavgası tarihsel olarak 100 yılı aşkın bir süredir süren İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisindeki kavgalardır. Bu kavganın tarafı olmak ise ülke politikasını aslında tek bir zihniyetin yönetmesine olanak sağlamak anlamına geliyor. AKP ne kadar "sol"sa CHP de o kada "sol"dur kısacası. Söylemlere takılmamak gerekir, yoksa MHP'nin milliyetçi söylemlerinin dışında kalan söylemleri hepsinden daha ilerici sayılabilir ya da Hitler'in...


CHP de en az AKP kadar tutarsız ve samimiyetsiz gelmektedir bana. Bu sebeple oyum "hayır" da olmayacak. Burdan hareketle her iki siyasi yönelime de "hayırlı işler" demek istiyorum. Aynı politikayı farklı dillerle insanlara çok iyi satıyorsunuz, gerçekten hayırlı işler...


İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisindeki hesaplaşmalar için Eric Jan Zürcher'in kitapları oldukça aydınlatıcıdır. Okumanızı tavsiye ederim. Bugünü anlamak için Tarih'ten alacak çok fazla dersimiz var.


Biraz acele kaleme alındığı için eksik kalan bir yazı oldu maalesef.


31 Ağustos 2010 Salı

Evet! Hayır! Boykot!... (Şimdilik "evet"çilece yanıtlar)

Başlık aslında gündemin suniliğine değinmeyi amaç edinmiş bir espriden türemiştir.

Referandum laflarının ve karşıt fikirlerinin havada cirit attığı bir dönemde, kafanıza bu laflardan biri değmeden yolda yürüyemiyorsunuz. Oy kullanmayı vatandaşlık görevi olarak yeterli görenlerin çoğunluğunu oluşturduğu bu kesim, bu laf çarptırma konusunda birbirlerini aratmayacak kadar benzeşmektedirler.

Aslında, insanları sadece 2 veya 3 tercih yapmaya zorlayan ve bence çok kısıtlayıcı bir durumu ifade ediyor referandum süreci. 72 milyonun üzerinde insanın yaşadığı bir ülkede 35 milyon seçmen varken tüm bu insanların aynı düşüncede olmasını beklemek kadar zorlayıcı ve yer yer saçma geliyor bana bu 2-3 seçenekli referandum süreci.

Nedir bu seçenekler, ve bunlar birbirlerinden farklı olarak ne istemektedirler? Biraz da ona bakalım.

Evet'çilerin savunduğu düşünceleri ya da en azından referanduma reklam malzemesi olarak kullandıkları sloganik hak taleplerina göz gezdirince aslında "devlet" aygıtın olması gereken noktaya götürülmek istendiğini görüyorum ben. Bu yaptıklarının doğru olduğu ya da olmadığı anlamına gelmez. Altını dolduracağım bu sözümün.

Platon'dan bu yana tüm filozoflar "devlet" ve "insan" farklılığını felsefelerinin merkezien almış ve düşüncelerini bu eksende ve bu ikisinin ilişkileri üzerine bina etmişleridir. Platon'un çokça bilinen "devlet" kitabından, Machiavelli'nin Prens'ine, marx'ın Kapital'inden, Hungtington'un Medeniyetler çatışması , J.J. Rousseau'nun "toplum sözleşmesi" kitaplarına ve daha nicesine kadar hep "devlet" aygıtı ve "insan" ilişkileri tartışılmıştır. Bu ilişki şemalarında yöneten devlet mekanizması ve yönetilen insan teması karşılıklı bir ödev çerçevesinde birbirlerine karşı sorumlu tutulmuşlardır. Kiminde "birey"sel haklar önplana çıkartılıp "devlet" arka plana atılırken, diğer bir kesiminde bunu tam tersi yapılmıştır. Ve bu çerçevede bakıldığında görünen o ki "evet" diyenler, devlet aygıtınnı "insan" üzerindeki baskı ve kontrol mekanizmasını çözmeye çalışmaktadırlar, yani "birey"sel hak ve özgürlükleri, "devlet"e tercih etmektedirler.

Tarafsız bir bakış açısıyla bakıldığında olması gerekenin, devlet mekanizmasının insan üzerindeki baskısını en aza indirip, "devlet için halk" kavramı yerine, "halk için devlet" anlayışını yüceltmek olduğunu görürüz. Bu sebeple "evet" diyenlerin değişime destek olan söylemleri "hayır" diyen ve "devlet" aygıtının "birey" üzerindeki baskısının devam etmesini isteyenlerle temelden bir açtışmaya giriyor. Mevcut düzenin temellerine dokunmadan, dış görünüşüne çekilen bu sıvanın, doğal koşullara elbette fazla dayanacağı kanaatinde değilim.

Gelelim bu övgü olarak algılanabilecek sözlerin asıl temelini oluşturmaya ve eleştirmeye.

Marx Komünist Manifesto'nun en can alıcı ve ritminin en yükseldiği yerlerde hep burjuva'ziye övgüler yağdırmıştır. Ve gerçekten de Burjuvazi sınıfının yaptığı devrimci değişimleri hiçbir sınıf veya zümre yapamamıştır. Konumuzdan sapmadan devam edelim.

Bizim de yaptığımız bu övgü görünümündeki söylemler bu şekilde algılanmalıdır. Bu sebeple altını doldurmak gerekmektedir.

1-) AKP söylediklerinde ne kadar samimidir?

2-) Bu samimiyet kişisel hak ve özgürlükleri garanti altına almak gibi bir iddiaya sahipken nasıl olurda tam tersi gündemlerle karşı karşıya kalıyoruz?

3-) Liberal devrimci söylem, yavşaklaştırılıp içi boşaltılırken, tüm bu söylemlerin havaya sıkılan birer kuru sıkı kurşun olmadığı ne malum?!.

4-) Benim siyasi tavrımı ortaya koymama sebep olan bu ve bunun gibi soruların cevabı neden "evet" demediğimi, diğer yazımda eleştireceğim "hayır"cıların "hayır!lı işler"ini de neden "hayır" demediğimi anlamak için okunabilir. Eğer merak eden olursa tabi.

AKP ve dünyanın diğer tüm Liberal partileri söylem olarak hep "bireysel hak ve özgürlükler" sloganlarını kullanır, despotizme ve totaliterizme karşı bir başkaldırış olarak sunarlar insanlara. Bu rejimlerden muzdarip olan halk da hiçbir çıkarı olmamasına rağmen bu hareketlere karşı derin bir sempati besler, iktidar partsiyse bu hareket, halk artık onun fedaisi konumundadır demektir.

AKP'nin samimiyeti, diğer tüm liberal partilerin samimiyetiyle eşit oranda düşüktür. Sağlanacağını söyledikleri "sendikal haklar" TEKEL işçilerinin mücadelesiyle ne kadar samimi olunduğunu gösterdi. Ya da daha açık bir örnek, T. Telekom işçileri iş bırakma eylemi sebebiyle işlerinden atıldılar ve hükümetten bu olaylarla ilgili bir talep ortaya konmadı. Kaldı ki 3 yıl boyunca Taksim meydanında "1 Mayıs" işçi bayramı kutlamalarına izin vermeyen ve Gaz bombalarıyla tüm şehri "biber" gazıyla "soslayan"lar yine AKP bürokratlarıydı. 12 eylül darbecileriyle hesaplaşılsın demelerine rağmen, kendi dönemlerinde yaşanan hak gasplarının hesabını verecek durumda dahi değiller. 12 Eylül Darbe Anayasa'sını birkaç göstermelik değişiklikle kökten değiştiriyormuş yaygarası koparmak ise ne yiğitlik ne de dürüstlüktür. Sadece göz boyamaya yönelik göstermelik hamlelerdir.

Neden mi?

Çünkü anayasa değişilik paketinde "YÖK" kaldırılacak, Üniversitelere özerklik tesis edilecek denmiyor. YÖK adı geçmiyor bile. 12 Eylül darbesinin bebeği olan bu kurumun kaldırılıp Üniversiteler üzerindeki baskı ortadan kalkmadan bir demokratikleşmeden söz edilebilir mi? Ya da 12 Eylül'cülerden hesap soracağız denilebilr mi? Bal gibi de hayır!!!

Bir yandan da kişisel hak ve özgürlükler anayasal güvence altına alınacak deniliyor. Fakat aynı zamanda "dinleme" ve "fişleme" olayları devam ediyor. Hani "fişleme ayıbına dur demek için evet" sloganı vardı ya, bu ne çelişkidir? Bu ne samimiyetsizliktir. Söylenenler ve pratik uygulamalar arasında bunca temelden ayrılıklar varken nasıl olur da sağlam temeller üzerine bir anayasa inşaa edildiği safsatası savunulabilir. Kısacası AKP hiçbir söyleminde samimi davranmamaktadır. Kermalistlerin karşı çıkışlarını nesnel zemine oturtan uygulamaları olmasa bel ki samimi olabilecekleri hissine kapılabilirim ancak ortada böyle samimiyetten uzak, günü kurtarmaya yönelik siyaset yapılırken bu biraz zor görünüyor. Hatta oldukça zor...

Ve AKP ve diğer tüm Liberal hareketler, Liberalizmin "devrimci" ilkelerini ve söylemlerini bu şekilde içini boşaltarak yavşaklaştırıyor ve insanların gerçek anlamda uyanmasının önüne geçiyorlar. Yani eski rejimi reddeden fakat kurulacak "eskinin devamı rejim"e uygun "birey"ler yetiştirmek asıl amaç oluyor. Bu da "YÖK"ün tartışılmadığı ve sadece içine sızamadığı kimi kurumlara yönelik değişiklerden oluşan böyle samimiyetsiz bir anayasa önerisinin ortaya çıkmasına yol açıyor. Bu sebeplerden ötürü ve aklıma gelmeyenlerle birlikte bu Anayasa değişiklik paketinin samimiyetsiz olduğu kanaatindeyim Bu sebeple de oyum asla "evet" olmayacaktır.

Tartışılması gereken temel konuların başında "Vatandaşlık" ve "Vatandaşlık Ödevi" kavramları gelmelidir.

Hiçbir insanın görevi, oy kullanmak gibi bir vasıfsız role indirgenmemeli. Herkes oy kullanmaın dışında da siyasi nercilerle iletişime geçebilmeli ve memnun olmadığı iktidarı "devirip" yerine kendi iktidarını kurmayı düşünebilecek kadar geniş bir ödevler silsilesine sahip olmalı. Ve vatandaşlık gibi bir olgu tutup da bir oy kullanmaya indirgenirse ne vatanın ne de vatandaşlığın bir anlamı kalmıyor. Temsili demokrasinin, doğrudan demokrasiyi imkansız kıldığı günümüz dünyasında, kitle hareketlerinin peşinde sürüklenen bilinçsiz insanların, kendilerini geliştirip bilinçli birer vatandaş olmaları lazım gelmektedir. Yoksa hem referandumun hem de hayatın yalnızca 2-3 rengi olur. Hoş tek renge göre bu durum bile daha estetik durmaktadır, ancak yine de gökuşağı gibi renkli seçenekler olmasını tercih ederdim.

Oy kullanmak demek, insanların, itilip kakılan, sömürülen, hor görülen, avam olarak aşağılanan insanların bu durumları görmezden gelerek düzen siyasetine katılması anlamına gelmektedir. Bu durum insanı oldukça edilgen bir konuma indirgemekte ve bu halinden ödün vermeden, sanki bunca kötülüğe maruz kalmıyormuş gibi, sanki özgür iradesiyle hareket ediyormuş gibi yanılmasına sebep olmaktadır.

Daha uzatılabilecek rahatsızlıklardan ötürü kimseden özür dilemeden, verdiğim rahatsızlığın huzuru içerisinde yazıya son veriyorum. "Hayır"cılar için yazacağım bölümü de ekledikten sonra "boykot" cephesine göz atacağım. Ve neden tüm bu eğilimlere karşı olduğumu ve neden "referandum" diyenlere "efendum" dediğimi de ondan sonra açıklayacağım.

Hepinize iyi geçen anlar dilerim.

"referandum"!

"efendum"?!...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

insanları birbirine yakınlaştıran şeyler, aslında onları birbirine daha da uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramıyor...


Telefonla konuştuğun insanla aranda her ne varsa, telefonla uzun süre konuşarak ona karşı olan hasretini körelttiğinin ve giderek o insandan uzaklaştığının farkında mısın?

Olmayabilirsin, bu doğaldır. Çünkü operatörünün sana verdiği bedava konuşma süresi bitmemiştir henüz, ya da sevgini yeniden üretebileceğini, onu daha fazla kılacağını sanarak sevgilinle konuşuyorsundur, aslında onu ve sevgini tükettiğinin farkında mısın?

Feysbuk ve benzeri platformlar insanları sonsuz bir dikizleme imkanı sunabilir sana ve herkese... Peki sabahtan akşama ve akşamdan tekrar sabaha kadar konuşsan da , iki dakikalık yüzyüze görüşmenin yerini asla tutamayacağını biliyor musun?

Satın aldığın lüx telefonların aslında senin bedeninin bir parçası olmadığını ve bunları taşımanın insana hiçbir extra özellik sunmadığını biliyor musun?

O kadar soru sorulabilir ki bu konuda... Bu konu çok önemli, insanın kendine ve çevresine yabancılaşmasının hikayesidir bu. Metalaşma ve insanları sadece ihtiyaç anında başvurulacak bir imdat çekici olduğunu varsayan bu tarz yaklaşımlar yarattığı değersizlikler sebebiyle, ihtiyaç anında ulaşılabilecek bir çekiç dahi bulamayacaklardır. Telefonlarınızı bir köşeye bırakın, sadece bir anlığına da olsa gidip yüzyüze görüşün arkadaşlarınızla ya da sevgilinizle.

Sabaha kadar konuşmanın kimseye faydası yok, uzaklaşmak bunun karşıkonulmaz bir sonucu olacaktır...

22 Ağustos 2010 Pazar

Kadın Sorunu Üzerine Bir Deneme-Yanılma

Kadın sorunu, kürt sorunu ve daha binlerce sorun... Sorun siz değilsiniz, sorun sizi sorun olarak gören zihinlerde. Buralarda sorun olanlar genelde baskıya uğrayan özneler olarak algılanır. Edilgen bir konum atfedilen bu özneler, etken olan toplum tarafından etkilenir ve bir sorun olarak lanse edilir. Ve işin ilginç olanı bu kavram karmaşasına sorun olarak etiketlenen özne de katılır.

Kadın örneğinden başlayalım...

Kadın sorunu; kadın bir sorun olarak algılanmaktadır, dolayısıyla toplumun cinsel kimliği erkek olduğu için kadının sorun olarak görülmesi bir zihin yanılgısıdır. Sorunun aslı cinsiyetler arası eşitsizliktir. Bu fiziksel değil hukuksal ve geleneksel bir eşitsizliktir.

İşin aslına bakacak olursak, erkekliğin övüldüğü toplumsal bir yapıda sorun olanın bu anlayış olması gerekmektedir. Yani erkek olmak övünülecek bir durum olmamalıdır, zira kimse erkek olmayı ya da kadın olmayı kendi rızasıyla tercih etmemektedir. Bunlar doğuştan gelen özellikler olup müdahale etme şansımızın olmadığı -en azından şimdilik- konulardır. Bu sebeple bir insanın erkek olmak üzereyken gidip kadın olması gibi bir durum söz konusu değildir. O sebeple insiyetekr arasındaki bu ayrımı ortadan kaldırmak gerekir, bu pek mümkün olmadığı için bunu hukuksal olarak yapmak gerekir. Yani kadın ve erkek cinsiyetinden olan iki birey arasında yapılacak bir tercihin kıstası cinsiyeti değil onun zihinsel yapısı ya da bilgi birikimi olmalıdır. Bu şekilde hukuk karşısında erkekliğin bir üstünlüğü kalmamış olacaktır.

Bir başka husus da sorunun erkekte olmasıdır. Kadın sorunu kavramı var olmak için sorun olmayan bir cinsiyete ihtiyaç duyar. Bu da topluma ve devletlere erk-güç kimliğini kazandıran erkekliktir. Yani kadın sorununu var eden kadınlar değil erkeklerdir. Bu demek değildir ki erkekleri yok edelim, bu demektir ki erkekler kendi yarattıkları bu eşitsizliğin kaynağı olarak kadınları görmektedirler.

Bir kez daha tekrar etmekte fayda var; sorun olan kadın değil, sorun olan toplumda egemen olan erkeklik düşüncesidir. Toplumun erkek yönünü köreltip kadın yönünü sivrilttiğimizde illaki bir ortak notka bulunacaktır. Bu sayede kadın denilen cinsiyete sahip olan arkadaşlarımız sorun olmaktan çıkacak ve toplumda hak ettikleri eşitlik düzeyine ulaşmış olacaklardır.

Kadın sorunu kullanımı kadınlar arasında da kullanılmaktadır maalesef. Kadın bu söylemi kullanarak kendini bir sorun olarak görmeye devam ediyor. Bir erkek cinsiyetli insan olarak kadınlara sesleniyorum, benim için bir sorun değilsiniz...

Lütfen kendinizi bir sorun olarak görmeyin ve görenlere de sorunun kaynağının toplumun erkek kimliğinde olduğunu söyleyin.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Çocuk ve İnsan!


Uzun zamandır kafamı kurcalayan ve beni gerçekten rahatsız eden bir konuyu siz okurlarımızla paylaşmak istiyorum. Başlığa konu olan sorun toplumumuzda yanlış olduğunu düşündüğüm eğitim sistemini hedef almaktadır. Yazı bilimsel bir makale olma iddiasında değildir, tamamen kendi düşüncelerimden oluşmaktadır ve bu sebeple kaynakça belirtilmeyecektir.

Ülkemizde, yasal olarak 18 yaşını doldurmayan herkes çocuk sayılmaktadır. Yani 18 yaşına kadar herkes çocuk muamelesi görür yasalar karşısında. Kendi başlarına kararlar veremezler ve devlet ile
olan ilişkilerini velileri yani ebeveynleri vasıtasıyla yerine getirirler. Ve aynı zamanda 18 yaş altı gençler aile içerisinde üstü örtülmek istenen ya da ucuz atlatılmak istenen suçların cezalandırılmasında piyon rolü görebilmektedirler. Bunu bir genelleme olarak alamasak da işlenen namus ve töre cinayetlerinin faillerinin çocuk yaşta olmaları bunun önemli bir göstergesidir.

Gelelim sorunun bizi rahatsız eden eğitim kısmına. Buradaki"eğitim" yalnızca okulda verilenlerle sınırlı olan eğitim değildir. Burada daha genel bir anlam olarak, sosyalizasyon sürecinin tamamını, aile içi ve çevreyle olan ilişkiyi kapsayan "eğitim"dir. Peki sorun nedir? Bu sorunun cevabı biraz uzun sürecektir. Sosyolojinin alanına giren gelişim süreci, insan ömrünün tamamını kapsayan ve insanın kendiyle ve çevresiyle girdiği ilişkiyi ifade eden "sosyalizasyon" kavramıyla açıklanır. Buna göre insanlar doğup ölene dek sürekli bir öğrenme sürecindedirler ve bu süreç içerisinde kişilikleri oluşur, toplumla ilişki içerisine girer ve kendine bir yer edinirler. Buraya kadar normal olan ve genel olarak tüm insanlığı kapsayan bir açıklama yapıldı, şimdi de Türkiye üzerinde edindiğimiz gözlemler sonucu kendi çevremizi kurcalayacağız.

İnsan doğduktan sonra en uzun süre çocukluk dönemi yaşayan canlılardandır. Bu süreç içerisinde korumasız olan yavru, annenin ve babanın koruması altında yaşar ve gelişir. Konuşma, yeme-içme, alet kullanma ve toplumsal ilişkiler içerisine girmek gibi özellikleri hep anne-babasının yönlendirmesiyle kazanır. Evrensel olan bu süreç insan, insan olduğundan beri böyle işlemektedir. Ve insan bu süreç içerisinde ailesinden gördüğü eğitimle birlikte kendi topluluğuna dahil olmaya ve aidiyet duygularını var etmeye başlar. O artık kan bağıyla bir aileye ve aile bağıyla da bir topluma bağlıdır. Bu topluluk bir "cemaat" da olabilir, daha geniş bir kavram olarak "cemiyet" de olabilir. Yani bir köy de olabilir, bir şehir de, bir ülke de... Sosyolojinin alanına giren bu konuya daha fazla değinmeyeceğim.

Önceki sayfada değindiğim sosyalizasyon süreci bizde nasıl işliyor biraz da ona değinelim. Konunun merkezini oluşturan düşünce de burada cereyan etmektedir.

Türkiye'de de tüm dünyada olduğu gibi işleyen sosyalizasyon süreci, kişi üzerinde yaratılan etki ve oluşturulan baskı sonucu meydana gelen yaralı kişilik dediğim duruma yol açacak şekilde sorunlu işlemektedir. Kişi, kişi olmadan önce çocuk olmak zorundadır ve bu biyolojik bir durum olduğu için değiştirilmesi ve müdahale edilmesi mümkün olmayan bir durumdur. Yalnız çocukluk döneminin uzunluğu ve yaş olarak yetişkin duruma gelen insanların, ailelerinden edindikleri eğitim sonucu çocuk olarak kaldığını düşünmekteyim. Bu nasıl olmaktadır? Bu çocuğu eğiten ailenin bu süreçte takındığı tavır ve izlediği yöntemle yakından alâkalıdır. Aileler maalesef yalnızca bilinçli insanların oluşturabilecekleri
kavramlar değildirler. Bir kadın ve bir erkek devletten alınan yetki ya da imamın dinden aldığı yetkiyle çok kolay bir aile oluşturabilirler.

Çocuk bir kere bu aile eğitimini -daha doğrusu baskısını- alınca, ömür boyu anne ya da babanın çocuğu olmaya devam etmektedir. Bu durum insanların özgüven eksikliği duymasına ve yalnız başlarına sorunların üstesinden gelmelerine engel olmaktadır. mantıksal olarak her çocuk anne babasının çocuğudur evet, ama o kendi başına bir birey ve daha da önemlisi bir insan olmalıdır. Toplumun bir parçası olarak bir bireydir de ama insan olma yetisini sergileyecek özelliklerden yoksun, sadece alışılagelmiş davranışları sergileyen ve toplumun kurallarının dışına çıkmaya cesaret edemeyen bireyler olarak, kendi bağımsız kişiliğini oluşturamamaktadır. Sorgulayamayan, üretemeyen ve kendini tekrar eden süreçlerin bireyi, modern dünyanın insanı olamamaktadır. Burda bir soru aklınıza gelebilir, Türkiye'de böyle de
Avrupa'da nasıl bu durum?

Avrupa'ya baktığımız zaman kendi başına hareket eden, ve her branşta lider olabilecek insanların yetiştiğini ve bu insanların her zaman bir önceki nesli geride bırakma eğiliminde olduğunu görüyoruz. Teknolojik gelişmelerin ve ekonomik sistemin merkezi olan bu coğrafya, kapitalizmin devrimci rolü
sayesinde aile yapısının feodal niteliklerini (Türkiye'de bahsettiğimiz yönler) ortadan kaldırmış, özgür düşünen ve üreten bireyi yaratmıştır. Bu da hem siyasi, hem ekonomik, hem de düşünsel ağırlık noktasının bu coğrafyada hakim olmasını sağlamıştır. Bu batı hayranlığı olarak algılanmaması gereken bir düşünce olsa da, batı medeniyetinin sömürgeci ve emperyalist karakterinin dışında, birey ve insan yetiştirmedeki bu kararlılığına ve başarısına karşı bir hayranlığı da içerisinde barındırmaktadır. Yani bizim toplumumuzda çocuk yetiştirmeye ve bir aile düzeni kurmaya büyük önem verilirken, Avrupa'da bu durum birey ve insan yetiştirmek olarak karşımıza çıkıyor. Bu sebeple artık yetişkin çocuklar yetiştirmek
yerine, özgür bireylerin kendilerini var etmelerine olanak tanımalıyız. Yoksa yaşantımızın tamamını cesaretsiz ve beceriksiz çocuklar olarak, kendimiz gibi "çocuklar" yetiştirmekle geçireceğiz.

Unutmayalım, özgür birey olmadan özgür toplum, özgür insan olmadan da özgür düşünce var olamaz!..

ADALET SARAYI


Şu sıralar Kartal-Maltepe arasında Dünyanın en büyük adalet binasının yapıldığı haykırılmakta. İddiaya göre dünyanın en büyüğü bizim ülkemizde olacak. Bu durum yoldan geçerken bu onure edici tabelayla karşılaşan sıradan vatandaş için övünmeye değer bir argüman olarak algılanıyor galiba. Zira bir otobüs yolculuğu sırasında karşılaştığım bir çift bunun bir göstergesiydi. “ bak hanım, burası dünyanın en büyük adalet binası olacak”, demişti adam, karısı ise şehir gezisinde yeni bir tarihi yapı görmüş turist kadar heyecanlanmıştı.

İnsanoğlu, ait olduğu topluluk hakkında bir büyüklük ya da övünce layık olacak başka bir enstantaneyle karşılaşınca mutlu oluyor. Yalnız kanunların en fazla çıktığı dönemlerin hep, suçun en fazla olduğu dönemler olduğu göz önüne alınırsa, içinden geçtiğimiz sürecin aslında hiç de övünülecek bir yanının olmadığını anlarız.

Kanuni Sultan Süleyman Hân’a “kanuni” önadının verilmesinin sebebi, döneminde, kendinden önceki tüm hükümdarların toplamda çıkardığı kanunlardan fazlasını kendi, döneminde çıkarmış olmasıdır. Çünkü bu dönem Anadolu’nun karışık olduğu, Celali İsyanları’nın cereyan ettiği ve işlenen şuç oranının önceki dönemlere nazaran daha fazla olduğu bir dönemdir. Bu durumu düzene sokmak için Kanuni sürekli kanunlar çıkarmış ve dirliği ve düzeni sağlamaya gayret etmiştir. Ancak çağımızı o dönemle karşılaştırıp bir sonuca varmak mümkün değil, fakat suçlar arttıkça dolayısıyla suça verilecek cezayı belirleyecek yasaların da artması kaçınılmazdır. Bu da kanunların en fazla çıktığı dönemlerin, aslında suçun ve yolsuzluğun en yoğun olduğu dönemler olduğunu ortaya koymaktadır.

Gelelim adalet sarayının boyutlarına; sayısal veri vermeyeceğiz ama “dünyanın en büyük


adalet sarayı” nitelemesini hakeden bu yapının mahalli mahkemelerin (anadolu yakası) birarada olduğu bir mimariye sahip olmasından ötürü bu sıfatı hakettiğini söylemek sanırım yüzeyselcilik olur. O sebeple Kanuni dönemini hatırlayarak bir daha bakacak olursak ve hapishanelerin kontenjanlarını doldurduğunu ve taştığını da gözden kaçırmazsak, aslında dünyanın en fazla suç işlenen ülkesi olduğumuzu haykırmış olmuyor muyuz bu yapıyla?

Burada bu yapının Adalet Sarayı değil de “Saray’ın Adaleti”ni temsil ettiğini göremez miyiz?

Göz altında işkence edilerek öldürülen Engin Çeber’i unutmuş olamayız. Hapishanelerde işkence iddiaları havalarda uçuşurken, AB temsilcilerin raporları işkenceleri belgelerken, rüşvetin toplumun kanına işlediğini görerek, zehirli varillerin halkın yaşadığı mahallelerin yakınına gömüldüğünü hatırlayarak, çocukların ucuz işgücü olarak kullanıldığnı ve cinsel ve fiziki sömürüye maruz kaldıklarını , kadınların cinsel meta haline getirilip, devlet belgesiyle erkeklere pazarlandığını, sokak ortasında insanların linç edildiğini, işçilerin, üretim maliyetini azaltmak için güvenlik önlemi alınmadan çalıştırıldığı ve hergün onlarca işçinin öldüğünü görünce,ve tüm bunları sorgulayınca gerçekten de “adalet” kavramını sargulayıp, “adalet sarayı” yerine “sarayın adaleti” demek daha doğru oluyor.

Hapishaneleri dolduracak insanların bir bölümünün de Kredi kartı borcundan kaynaklı suçlardan içeri gireceklerini ve her kriz döneminde suça karşıma oranının arttığını gözönüne alırsak, adalet’in mülkün temeli olmadığını tam tersine mülkün adaletin temelini oluşturduğunu farkedeceğiz. Bu da bize “adalet sarayı” değil de “sarayın adaleti” kavramını daha anlaşılır kılmaktadır.

27 Temmuz 2010 Salı

hayretler içerisinde...

gelmek ve gitmek arasında gelgitler içerisinde,
uykulu muyum, uykusuz muyum?!. bilemiyorum...
gözlerim kapanıyor bazen seni izlerken,
izlediğim ben miyim yoksa sen mi?!. göremiyorum...
şizofeni değil bu hayır!
yanlış anlıyorsun.
sadece farkına varmak senin ve benim,
farkına varmak hayatın...
karmakarışığım bu aralar, haberin olsun.
gelmek ve gitmek arasında gelgitler içerisindeyim.
ya geleceğim, ya gideceğim... bilemiyorum...

23 Mayıs 2010 Pazar

Köroğlu, Dadaloğlu şimdi de Kılıçdaroğlu (!)

Amaç, burada yukarıda adı geçen insanları aynı kefeye koyup terazide bir dengesizlik meydana getirmek değildir. Amaç nedir? diye soracak alursanız, bir amaca hizmet etmeyen (!) bir amac takip edilecektir yazıda.

Köroğlu ve Dadaloğlu yiğitlikleriyle nam salmış, Anadolu'nun halen söylenilegelen ve okunan birçok halk şiirinin yazarlarıdırlar. Elbette yazar-şair olmaları bizim konumuz değil, onlar hakkında halkı tarafından meydana getirilen yığınla külliyatla da ilgilenmeyeceğiz. Ancak açık ve gerçek olan birşey varsa Köroğlu ve Dadaloğlu'nun hala Anadolu halkının toplumsal belleğinde kendilerine yer bulabildikleri gerçeğidir. Aradan asırlar geçse de, her yaşanan olay yaşandığı topluma yeni kahramanlar yeni yiğit evlatlar bahşetse de, bu insanların yarattıkları değerler, yüzyıllarca Anadolu toprakları üzerinde halkı sömürenlere ve onlara zulm edenlere karşı bir korku unsuru oluşturmuştur.

Zaman zaman onlardan etkilenen yağız delikanlılar, yiğitler elde silah zalime karşı savaşmayı göze alabilmişlerdir. Eşkiyalık eğer insanlarda korku yerine sempati uyandırıyorsa, bunun sebebi Köroğlu ve Dadaloğlu gibi yiğitlerin yaptıklarıdır.

Konunun Kılıçdaroğluyla alakalı sayılabilecek yerleri nerelerdir şimdi buna değinelim. İlk anda sadece basit bir kafiye uyumu olarak akla gelen bu çağrışım, insanların kendilerine bir umut olarak gördükleri, halktan geldiğini ve halka karşı yapılan hak ihlallaerine karşı bir şovalye gibi savaşacağını duyuran K. Kılıçdaroğlu'na yapılabilecek en önemli jesttir. Zira kendisi her ne kadar sosyal demokrasinin egemen olması için çalışacağını ve zalimleri kovacağını, refah devletini Halk'a yayacağını ve daha başka reformlar yapacağını söylese de bunu nasıl yapacağını söyleyemiyor.

AKP'nin alçakça ve utanmazca sürdürdüğü özelleştirme maskeli satışları tekrardan kamulaştırma sinyalleri verse de konuşmasında, parti yönetimine sermaye'nin temsilcisi olarak aldığı insanların bu hedeflere nasıl bir samimiyetle yaklaşacağı muamma. Aslında muamma değil ancak insanlar hala onlardan Sosyalist (!) miş gibi davranmalarını beklediklerini gördükçe bunu "yaşayıp gürülecek" ve ibret alınacak bir yaşam kavgası gösterisine dönüşmesini beklerken olacaklar muamma olarak kestirememek daha uygun olacaktır.

Bir nevi görülenler görmezden gelinecek yani. Sermaye ve işçi sınıfı (anayasanın Türklük açıklamasına bakarak toplumu milliyet, ırk ve sınıf ayrılıklarına dayanmayan bir bütün olarak düşünmek gerek) arasındaki çatışma parti yönetimine sendika çalışanları ve işçi temsilcileri alınarak örtülmeye çalışılıyor. Marx'ın din hakkındaki düşünceleri kendini dindar veya laik olarak adlandıran bu kesimler için de geçerli. Bir yandan Peygamber tarafından temsil edilen haleli bürokrasi, bu kesimler tarafından kurtarıcı payesi biçilen bir M. Kemal'de kendine hayat bulmaktadır. Bu yazıda CHP tarihi ya da değerlendirmesi yapmayacağız.

Söylenmek istenen Kemal Kılıçdaroğlu'nun da Deniz Baykal gibi halka çok fazla vaad edecek birşeyinin olmamasıdır. Ecevit gibi bir siyasiyle benzeştirilen Kılıçdaroğlu'nun Ecevit gibi davranması dışında birşey beklemek güç. Emek eksenli sloganlar atılacak, İşçiler ve Sendikalar arkaya alınacak, Laik diyanetçiler örgütlenecek, kimi alanlarda (ulusal sorun gibi.) değişim sinyalleri verilse de devlet ekseninde hareket eden bir siyasi partinin devletin bütünlüğü için (!) kültürel farklılıkları savunması biraz zor görünüyor. CHP'nin "Devlet için Halk" yaklaşımını "Halk için Devlet"e dönüştürmediği sürece, bir seçimlik zafer kazanılsa dahi bu yaklaşımdan ötürü yine sürekli muhalefet koltuğuna oturmaktan kurtulamayacaktır.

Kürt ve Alevi sorununda hem kürt hem alevi olan Kılıçdaroğlu'ndan beklentiler ise yüksek. Yıllardır varlıklarını anayasal zırvalara dayanarak reddettikleri Kürtlerle bir barış havasına girebilirler. BDP ile bir uzlaşma sağlanamayacağı açık olan bu tarz girişimlere rağmen bölge halkının küskünlüğü bir nevi yumuşatılıp belki de CHP'nin yeniden oralardan güçlü olarak ayrılmaları düşünülebilir. Kürt sorununda örgütle bir pazarlığın sağlanamayacağını ve ona karşı amansız bir savaşım verilmesinden yana olan geleneksel CHP anlayışı, terör demogojileriyle ancak batı bölgelerinden oy için MHP ile yarışıyordu. Artık yaşanılabilecek bu yumuşamayla Doğu bölgelerinden alacağı oylar ve bu yaklaşımından ötürü eğer batıda oy kaybı yaşamaz mevcut durumu korumayı başarırsa, kendi seçmenlerini sağduyu çerçevesinde kucaklaşmaya ikna edebilirse, her iki bölgede de AKP'nin korkulu rüyası olacağını söyleyebiliriz.

Alevi sorununda ise Baykal ve kurmaylarının anti-Alevi yaklaşımının tersine onları kucaklayan bir anlayışın hakim olacağını düşünebiliriz. Yıllardır "sol" tarafından eleştirilen Alevi kesim, en sonunda Alevi olan bir başkan tarafından kendilerinin gerçekten temsil edilebileceği ümitlerini tazeleme fırsatı bulmuş ve bir nevi bu bnaskıdan sıyrılma ya da en azından bu baskılara karşı bir direnme noktası bulmuş durumdadırlar. Zorunlu din derslerinin kaldırılması konularındaki kararların arkasında durması beklenen bu yönetimin Alevi'lerin CHP'ye küskün olan kesiminin sempatisini kazanacak gibi duruyor. Şimdiden, başkan adayı olduğu günden beri bu kesimler arasında ciddi bir hareketlenme görünmekte.

Yıllardır oy kullanmayan küskün seçmen ise kendilerine oy verilecek bir alternatif bulma ümidiyle sandık başlarına koşacaklardır. Bu durum zannımca AKP'nin işine yaramayak gibidir. Uzun zamandır siyasete soğuk duran bu büyük kesimin oylarını almaya çalışan AKP iktidarı bir türlü kendini bu kesimlerin gözünde meşrulaştıramamıştı. Böylesi bir meşrulaştırmayı Kılıçdaroğlu'nun sağlayıp sağlayamayacağı ise bir muaamma olmaya devam ediyor. Ancak toplumsal alanda bir rüzgar yarattığı kesin gibi görünüyor.

Her kesimden insanın oy vermeyi düşündüğü Kılıçdaroğlu'nun, Sermaye (Burjuvazi) ile İşçi Sınıfının çıkarları arasında bir barış arayışının peşine düştüğünü söylemek uygun görünüyor. Sosyal demokrasi asıl itibariyle Sosyalizm dalgalarına karşı ulusal devletlerin uyguladığı bir dalgakıran görevi görmektedir. İnsanların pay aldıkları bir düzenin tahsisi daha köklü değişimler uğruna savaşı göze alan Sosyalist hareketlere katılıma tercih ediliyor. Bu yaklaşımından ötürü CHP öz itibariyle AKP'den farksızlaşıyor ancak yukarıdan bahsettiğimiz diğer konulardaki yaklaşımların değişmesi, AKP'ye karşı önyargıyla yaklaşan insanların CHP'ye karşı daha samimi davranacağını düşünebiliriz.

Yeni bir dönem başlıyor, bir öncekinden farklı olmayan ama onun tıpkısı da olmayan bir dönem. Umarız CHP bu yeni dönemde ulusal sorun konusunda daha yapıcı ve halktan yana davranır. Aynı dileğimiz Alevi sorunu ve İşçi sınıfı hakkında da geçerlidir. Bu konularda daha samimi davranan bir CHP'nin AKP'ye karşı güçlü bir rakip olarak ortaya çıkacağı kesin gibidir.

yAzının başğlığına dönersek, insanlarımız hala Dadaloğlu ve Köroğlu gibilerinin yarattığı değerlere sarılıp bekliyor. Yeni bir kahraman görmek istiyor ve buna soyunan herkes öyle zannediliyor. Umarız Kılıçdaroğlu halkın bu beklentilerine cevap verebilir. Aksi CHP için yokoluşun devam etmesini körükleyecektir.

18 Mart 2010 Perşembe

Ubuntu Linux ve Özgür Yazılım

Bu yazıda Ubuntu Linux tecrübelerimi ve Özgür yazılım felsefesini anlatacağım. Önceliği felsefeye bırakalım ki anlatacaklarımızın bir temeli, bir dayanak noktası bulunsun.

Özgür yazılım felsefesi, bilginin tüm insanların istedikleri zaman, istedikleri yerden ve istek ve ihtiyaçlarına göre, istedikleri programları-yazılımları özgürce indirip, kullanıp dağıtabilmelerine olanak tanıyan ve temeline bu düşünceyi alan felsefedir.

Bilindiği üzere dünyadaki bilgisayarların çook büyük bir oranında patent şampiyonu Microsoft şirketinin Windows işletim sistemleri yer almaktadır. Kurulumu bir dert olan bu yazılımların, kurulduktan sonra bile birçok derdi olduğu reddedilemez bir gerçektir. Öncelikle bu yazılımı elde edebilmek için ya sifirdan satın almanız gerekmektedir ya orijinal olmayan bir kopyasını elde etmeniz gerekir ( bu yol emek hırsızlığı olarak algılanacağı için bizce ahlaki değil) ki onu kurup kullanabilesiniz. Yeni satın aldığınız bilgisayarınızla size gelen kısıtlı deneme sürümlerinin zamanı dolunca "size verilen sürenin sonuna geldik" der gibi uyarılar almaya başlarsınız, bu uyarılar ya size pahalıya patlayacak olan yeni bir kopya satın almaya yönlendirecektir sizi ya da yukarıda değindiğim gibi tasvip etmeyeceğimiz emek hırsızlığına...

Diyelim paraya kıydınız, 200 tl ortalama ücret karşılığı yeni bir Windows işletim sistemi satın aldınız. Onu kurmanız gerekecektir, bu süreç biraz uzun ve can sıkıcıdır. Ama herşey bununla kalmaz, kurulumu yaptıktan sonra neredeyse hiçbir programın kurulu olmadığını göreceksiniz, bunların kurulumu için ekstra harcanan zaman -ki kendiniz uğraşmayacaksanız servise ödenen ekstra ücret- ve kurulumları tamamlandıktan sonra, örneğin video izlemek ve müzik dinlemek için gerekli olan ek bileşenlerin (kodek) yüklenmesi insanı bu işletim sistemine isyana teşvik ediyor.

Tabi bu durum herhangi bir popüler linux dağıtımını kurmuş, onu kullanmış ve esnekliğini, kullanım kolaylığı ve zahmet istemeyen süreçlerini gören benim gibi insanlar için böyle algılanıyordur. Zira hayatında başka bir işletim sistemi (Linux, Unix) kullanmamış bir insanın tutup kullandığı sistemden şikayet etmesi abesle iştigal eden bir durum olur.

Şimdi özellikle Debian tabanlı bir işletim sistemi olan Ubuntu'yu kabaca anlatmak istiyorum.

UBUNTU = İnsanlık İçin Linux...

Kuşkusuz Windows işletim sisteminin sloganı "İnsanlık İçin" Windows olamayacak kadar bireyci ve liberaldir. Ve buna göre şekillenen bir slogan olarak "Microsoft İçin Windows" gibi bir slogan onu daha iyi anlamamıza olanak sağlayacaktır. Ubuntu ise G. Afrika yerli kailelerinden olan Zulu'ların dilinde "ben seninle ben oldum", "sen sen olduğun için ben benim" dibi felsefi olarak karşılıklı hoşgörü ve saygıya dayalı bir düşünceyi ifade etmektedir. Burda Ubuntu!yu fazla idealize etmekten kaçınmak gerekmektedir elbette, ancak kelime anlamına da sansür koyacak değiliz :))

(Ubuntu İşletim sistemi için genel bilgi almak için http://www.ubuntu-tr.org ve http://wiki.ubuntu-tr.org/ adreslerinden faydalanabilirsiniz. Ubuntu tr türkçe kaynak açısından en fazla kaynağı içinde barındıran ve sürekli online olan kullanıcıları sayesinde sorunlarınıza çabuk çözüm üretmesiyle ünlüdür :))

Kurulum olarak ortalama 20 dakikanızı ayırmanız gerekmektedir, ardından Ubuntu'nuz< kullanıma hazır olarak karşınıza gelecektir.. Bundan sonra ortalama 100-200 mb güncelleme yüklemek için de 20-30 dakikanızı vermeniz gerekmektedir. Bu güncellemeleri aldıktan sonra video izlemeye, müzik dinlemeye başlayabilirsiniz. Ve bu noktadan sonra oturup Bilgisayarınızın ve İnternetin keyfini çıkrabilirsiniz.

Eğer oldu da herhangi bir sorunla karşılaştınız, işte o zaman yukarıda verdiğim adreslere müracat edip yardım alabilirsiniz.

Bir de bu Linux denen alemde Compiz Fusion olayı vardır ki o bambaşka bir hava katar bilgisayara. Windows'un kaba ve arkasından iz bıralkarak giden pencereleri yerine, sallanan pencerelerle bilgisayarla uğraşmak bir zevk olacak. Sanal masaüstü uygulamasıyla birden fazla masaüstü oluşturabilir ( isterseniz 100 tane belki de daha fazlası :) ve bunların her birinde farklı bir program çalıştırabilir, masaüstleri arasında 3D efektlerle geçiş yapabilir, ekranınıza kar ve yağmur yağdırabilir ve hatta alevli yazılar yazabilirsiniz.

Kurulum esnasında donanımlarınız otomatik olarak tanınır ve driverleri yüklenir. Bu sayede driver indir-kur derdinden ve bu iş için ekstra zaman harcamaktan kurtulmuş oluyorsunuz.

Hemen her programın bir alternatifinin veya benzerinin olduğu bir platformda, işlerinizi özgür yazılım felsefesdiyle oluşturulmuş ücretsiz yazılımlarla kolayca halledebilirsiniz. Ofis programları, Grafik işlemciler, görüntü düzenleyicileri,internet araçları, ses ve video araçları, yazılım geliştirma araçları, web tasarım araçları kısacası aklınıza gelebilecek ve ihtiyacınız olabilecek neredeyse her programın bir alternatifini kurup kullanabilirsiniz. Bu alternatifler kapalı kaynak kodlu yazılımlara göre çok daha performanslı olabiliyor.

Linux camiasını tek sorunu - o da kendisi için sorun değil aslında, kullanıcılar için sorun- oyunlardır. Bu konuda da yazılan birçok yazı mevcut. Ben değinmeyeceğim, ama Ubuntu-tr.org sitesinde bu konuda çokça döküman olduğunu söyleyebilirim.