14 Eylül 2010 Salı

Referandum !..




Daha önce referandum sürecini "evet-hayır" zıtlaşması üzerinden değerlendirmeye çalışmış, neden evet ya da hayır demeyeceğimi açıklamaya gayret etmiştim.

Bugünkü yazıda ise referandum sürecinin sonunda karşımıza çıkan süreci, kendi süzgecimden geçirerek aktarmaya çalışacağım.

Evet ya da Hayır seçeneklerini destekleyenler, her biri yalnızca kendi düşüncesine odaklandığı için bir diğeri hakkında yeterinde bilgi sahibi olamadılar. Olaylara taraflı ve düşmanca yaklaşmak sorunu anlaşılmaktan uzaklaştırdı ve içinden çıkılmaz bir hale soktu. Bu sebeple "evet-hayır" seçeneklerini tercih etmeyen biri olarak, dışarıdan yönelteceğim eleştirilerle bu süreci her iki taraf için de anlaşılır kılmak için çabalayacağım.

Öncelikle diğer yazılarımdaki sıralamaya uygun olması bakımında "evet" seçeneğini inceleyelim. Evet'çiler için yazdığım yazıda, samimi olmadıklarını, samimi olmaları halinde yapmayı vaad ettikleri değişikliklerin aslında yapılması gereken değişiklikler olduğunu ifade etmiştim. Şimdi baktığımızda içerikten ziyade reklam çalışmalarının ve muhalefetin olayı kişiselleştirmesinin bir sonucu olarak "evet" oranlarında hiç beklenmeyen bir artış ortaya çıktı. Bunun sebebi bana öyle geliyor ki, muhalefet partilerinin bunu bir güvenoyu sınamasına çevirmeleri olmuştur.

Zira Tayyip Erdoğan ve AKP karşıtlığı üzerinden yürütülen kampanyalar, alternatif sunamayan muhalefetin söylemlerinin havada asılı kalmasına ve halkı ikna edememesine yol açtı. Kişiler ya da karizmatik liderler her zaman hedef haline getirilirler, ancak bu onların karizmalarının artması dışında bir işe yaramaz. Tayyip Erdoğan hakkında çok eskiden beri yürütülen kampanyaların varlığı, bu zatın halkın hafızasına sinen bir biçimde etki etmesine sebep olmuştur. Ve yapacağım dediği her şeye muhalefetin karşı çıkması, vatandaş nezdinde çok da hoş karşılanmamış anlaşılan.

Tayyip Erdoğan üstü açık veya muhalefetin söylediği gibi üstü kapalı bir biçimde halk oylamasına sunduğu maddeleri, oyunu istediği vatandaşa açıklamayı başarmış gibi. Ya da kendisi üzerine oynayan muhalefeti daha da kışkırtarak popülaritesini arttırmış görünüyor. Bu gidişat yerel ya da genel seçimlerde de aynı şekilde devam edecektir gibi geliyor. Eğer Muhalefet gerçek anlamda alternatif projeler geliştirip, halkın karşısına "bunu, bunu, bunu, şöyle, şöyle,şöyle yapacağız" diye çıkmazsa AKP ve Tayyip Erdoğan daha birçok meydan savaşını zorlanmadan kazanacaktır.

% 58 evet oranı hükümetin halktan ciddi bir destek aldığını gösteriyor. %42 hayır oranı ise, proje ortaya koyamayan muhalefetin ıkınarak çıkardığı bir sonuç gibi görünüyor. Yoksa alternatiflerin yarıştığı bir şeçimde bu kadar farkın çıkması beklenmemeli.

Hayır cephesine gelelim.

Bütün gazeteler ve köşe yazılarında Hayır oylarının oranının büyük oranda Kemal Kılıçdaroğlu' nun karizmasına bağlı olduğu yazılıyor. Burada açıkça MHP' nin bu oylamada "dış kapının mandalı" konumunda algılandığını gösteriyor. Kılıçdaroğlu çok çalıştı, çok mitingler yaptı, bazen aynı gün içerisinde farklı şehirlerde 4 miting gerçekleştirdi. Büyük bir performans gösterdi elbette ve kendisinin genel başkanlık koltuğuna oturduğu günden itibaren sürekli artan karizması büyük oranda bu performansa yansıdı. %42 oranının çıkmasında büyük bir paya sahip oldu haklı olarak. Ancak konuşmalarında çok fazla konuya sembolik olarak değinmesi, altını doldurmadan dokunarak geçmesi, alternatif bir program ve projeden yoksun olması ve en önemlisi referandumu Tayyip Erdoğan'a karşı bir meydan savaşına dönüştürmesi, oranların böyle farklı olmasına yol açtı.

Bu yaptıkları yanlışlarıydı. Doğru yaptığı tek şey söylemlerin Milliyetçi ve soyut kavramlardan arındırılıp daha gündelik ve gerçekçi söylemlere dönüştürülmesi oldu. Konuşmalarda ekonomik sorunlar, sağlık sorunları ön plana çıkarıldı, eşitlik ve kardeşlik mesajları verildi. Statükoyu aştıkları söylenemez elbette, ama bu söylem değişikliği Baykal dönemine göre oldukça köklü değişiklikler anlamına geliyor. Velhasılıkelam yapılan bu manevralar, yanlışların yanında oldukça güdük kaldı ve sonuca böyle yansıdı.

Bir de referandum'un bir diğer cephesi vardı, "BOYKOT"...

Boykot tavrı hem evet hem de hayır'cılar tarafından boş bir eylem olarak görüldü. Vatandaşlık görevi oy kullanmaya indirgendi, insanların 3. bir seçeneği seçmesine kaybedilecek oy ve sarsılacak sistem meşruluğu sebebiyle karşı çıkıldı. Ancak görülen o ki, ülke genelinde referanduma katılım %77 oranında. Bir başka deyişle, boykot edenlerin oranı % 23...

Yapılan hesaplar % 77 üzerinden alınan %'lik dilimleri yansıtmaktadır. Yani 100 kişden 77 si oy kullanmaya gitmiş, bunların (77'nin) %58'i evet demiş, %42 si hayır demiş. Yani 50.000.000 kişinin sandığa gideceğini hesaba katarsak, 38.500.000 kişi oy kullanmış, bunun % 58'i yani 22.380.00 kişisi "evet" demiş, % 42'si yani 16.170.000'i "hayır" demiş. kalan kişi sayısı ise 11.500.000 oluyor ki bu sayı azımsanmayacak kadar çok oluyor "boykot" edip sandığa gitmemiş.

Güney Doğu ve Doğu'da BDP'nin çağrısı önemli yankı bulmuş durumda. Birçok ilde referanduma katılım sembolik denecek kadar az. Örneğin; Hakkari'de bu oran % 6. yani 100 kişiden yalnızda 6'sı sandığa gitmiş, 94 kişi boykot etmiş. Diyarbakır'da katılım %35 civarlarında yani %65 boykot... Bu liste bölge illerinde bu şekilde. Yerel seçimlerdeki tabloya benzer bir şekilde BDP ve CHP'nin oylarını koruduğu, kitlesini yönlendirebildiği görüldü. MHP ise tabanının AKP tarafına kaymasına engel olamadı. Bu sebeple partisinin 1. olduğu yerlerin bir çoğunu "Evet" rüzgarı kasıp kavurdu.

Anlamlandıradığım bir nokta da "Hayır" diyen CHP'lilerin Boykot edenlere karşı yönelttikleri işbirlikçi eleştirisi. Bu eleştirinin ilertutar bir yanı yok. Hala statükoyu devam ettirip insanları kalıplara sokma arayışının bir ifadesidir ancak bu. Boykot edenler, eğer boykot etmeselermiş oyları "evet" olacakmış zaten. Yani?!. İlle de Hayır mı demek gerekiyor yani, bu mu demokrasi? Bu düşünceyi savunan insanların bir an önce siyasal kuramlar hakkında bilgi edinmelerinin elzem olduğu görüşündeyim.

Ayrıca BDP dışında boykot edenler de vardı referandumu, tıpkı CHP dışında "Hayır" diyen solcuların da olduğu gibi... BDP eğer istekleri kabul edilirse referanduma evet diyeceğini açıkça söylemişlerdi zaten. Adamlar gizliden iş yapmıyor. Ben hayır diyeceğim deyip boykot ediyorum demediler yani. Bu sebeple BDP kendi politikası gereği bir tercih yaptı ve bölgesinde büyük bir destek alarak 3. seçeneğin meşruluğunu sağladı. CHP'lilerin neden evet Doğu ve Güney Doğu'da bu kadar yüksek çıktı demek yerine bir an önce, Neden buralarda Hayır oranları bu kadar düşük çıktı diye düşünmesi lazım. Demek ki Kürt sorunu noktasında gerçekçi bir projeye sahip değiliz, demek ki bölgenin ekonomik kalkınması için yerel otoritelerle ilişki içerisinde değiliz, demek ki bölge halkına herhangi bir şey vaat edemiyoruz diye düşünmeliler. Şapkasını çıkarıp önüne koyması gerekir ana muhalefetin..

Yazıyı noktalamanın zamanı geldi. Tahmini sayısal verilerle yaptığım hesaba göre, "evet" oldukça büyük bir fark atmış durumda. hayır'cılar hayırlara vesile olmadılar kendi açılarından, fakat referandumun 2. galibi kesinlikle Boykot cephesi oldu. İlerleyen dönemlerde Kürt sorunuyla ilgili konularda BDP'nin muhattap alınmasının meşruluğunu sağladılar böylece... Sırada Genel Seçim ve bu arefede çözülmeyi bekleyen ciddi sorunlar var. Hükümet yapacağım dediklerini bir bir yapmalı ki kendine olan güven devam edebilsin. Bu baskı onları hata yapmaya da itebilir elbet, ancak genel seçimlerde başarılı olması bu vaatleri gerçekleştirmesine bağlı. Muhalefet de alternatif projeler geliştirip tercih nedeni olmaya çaba göstermeli. Kuru gürültüye papuç bırakılmadığını görmüş olduk. Boykot eden BDP seçmenine güven vermiş durumda, zafer sarhoşluğu içerisindeler. Bu rehaveti üzerlerinden atıp önlerindeki maça odaklanmalılar. hoş genel seçimlerde büyük oranda aynı tabloyu yakalayacaklardır ancak hükümet attığı adımlarla bölgeden destek koparmayı başarıyor, bunu engellemek için çok çalışmalılar.

Olaya bir de bu taraftan bakın isterim. İsterim ki kuru ve kişisel düşmanlıklar yerine siyasal alternatifler yarışsın, ülkemde insanlar bilinçsizleştirildiklerinin ve sadece sistemin meşruluğu için kendilerine ihtiyaç duyulduğunun ayırdına varsın. İsterim ki insanın insan tarafında sömürülmediği insanca bir sistem kurulsun, ve isterim ki bütün bunların zorlu olduğunun fakat mutlaka olması gerektiğinin farkına varılsın.

kalın sağlıcakla...



Saim Balkaya


3 Eylül 2010 Cuma

ALLİANOİ için bir adım gerekli.

Kültürel değerlerimiz yok ediliyor.

Bu yeni birşey değil, Almanların koca kenti söküp Berlin'e taşıdıklarını biliyoruz. Yine Fransa'da, İngiltere'de Rusya'da Anadolu medeniyetlerine ait yüzlerce eser kaçırılarak sergieniyor hala. Irak savaşı sırasında yağmalanan tarihi eserlerin haddi hesabı ise bilinmiyor. Medeniyet çalınarak oluşturulamaz. Ama şimdilerde Türkiye'de farklı bir medeniyet düşmanlığı gözlemliyoruz.

Binlerce yıllık tarihi mirası içerisinde barındıran antik kentler saçma sapan baraj projeleri sebebiyle sular altında bırakılmak isteniyor. Hasankeyf bunlardan biri, bunu dışında ALLİANOİ gibi yerler de var. Bu yerler binlerce yıl önceki Anadolu medeniyetinden bizlere kalan eşşiz değerdeki bir miras olmanın yanında tarihi değeri ise tartışılmaz.

Ama ilgili bakanlık ve DSİ burada böyle bir kentin olmadığını söyleyecek kadar gözleri dönmüş vaziyetteler. İnsanlar referandum sürecine kitlenmişken arka planda sessizce üstü kumla örtülmek isteniyor ALLİANOİ'nin. Anadolu mirasını yok ederek kimliksiz ve benliksiz bir toplum yaratmaya çalışıyorlar. Bergama'nın bir bölümünü oluşturan bu antik kaplıcalara bakanın savunması "orası sadece bir kaplıca, bunlardan Anadolu'da binlerce var" şeklinde olmuştu. Bu nasıl bir tarih bilincinden yoksunluktur, bu nasıl bir düz mantıktır. Bunu aklım hayalim algılayamıyor, farklı bir boyuttan sesleniliyor sanki de ben o sebeple algılayamıyorum.

Can Dündar'ın aktardığına göre, sular altında bırakılacak kent, kille kaplanmak üzere sular altında sergilecek. Fakat zarar görebileceği gerekçesiyle mahkemeye itiraz edliyor ve yapılan itirazlar sonucu DSİ ve Bakanlık davayı kaybediyor. Fakat DSİ bir uyanıklık yapıp "kille kaplanacak" ibaresini "kumla kaplanacak" şeklinde değiştirip tekrar kendi lehlerine karar alınmasına sebep oluyor. Uzmanlar ise kumla kaplamanın en az kille kaplamak gibi zararlı olduğunu ve çürümeyi tetikleyeceğini söylüyorlar.

Bu kritik süreçte gündemi bırakıp bu konu üzerine eğilen tek yazarımız Can Dündar oldu. Onun dışında Pop şarkıcısı Tarkan'ın bu duruma karşı çıkan konuşması olayın duyulmasına geniş bir katkı sağladı. Tarkan'a bu konudaki duyarlılığından ötürü teşekkür etmek gerek. Zaten bakanın saçmalamaları da bu süreçten sonra gerçekleşti. "sanatçı sanatını yapsın, tutup ben de şarkı söylersem ne olacak" sözleri halen aklımda. İlgili alanda en tepedeki insanın bu cahilce ve kabaca açıklamaları aslında toplumun vicdanının ne denli nasır tuttuğuna delil teşkil ediyor. Bu antik kent Beyoğlu'nda alışık olduğumuz eski harabe binalardan çok daha eski ve en az onlar kadar değerli. Burası antik bir kentin en önemli kalıntıları...

Geçenlerde Ara Güler'in bir röportajını okudum Milliyet Cadde ekinde. İstanbul'un eksisi gibi olmadığını, tarihi mirasa sahip çıkılmadığını söylüyor ünlü fotoğrafçı. Marmaray çalışmaları sırasında ortaya çıkarılan kalıntıları yorumlamış ve "haberimiz bile yok eskiden, üzerini örtüp oturmuşuz" diyor. Fakat bu durum ALLİANOİ için geçerli olmasın. ALLİANOİ için yapılması gereken şeyler olmalı.

Türbeler koruma altına alınıp ziyarete açılırken nedir bu kendinden olmayana duyulan aygısızlık. Bu davranış Osmanlı'dan kalan son kalıntıların Kabe etrafından temizlenmesi politikasını meşrulaştırmaz mı? Ya da Anadolu kültürünün tek kaynağının İslam kaynaklarından oluştuğu gibi saçma ve açıkça bir tavra işaret etmez mi? Bu bir şüphe, herhangi bir açıklama yok bu konuda ama insanın içini kemiren bir tarih düşmanlığı başka biçimde açıklanamıyor zihnimde.

Hakkında onlarca bilimsel çalışma yapılan bir kenti tutup da yok saymak nasıl bir zihin yapısını egrekli kılıyor. Kahvede okey oynarken mi alınıyor bu kararlar? bu kadar sığ düşünmek neden?

Tarihi değerlerimize sahip çıkalım, onu biz yapmadık ama onlar bizim taşınmaz miraslarımızdır. Ayasofya Müzesi nasıl böyleyse, ALLİANOİ de HASANKEYF de öyledir ve baraj suları altında kalan kalacak olan her yer de öyledir. Bunlara sahip çıkmak tarihi bilince sahip insanların yetişmesine yardımcı olmak anlamına gelir.

Acaba Can Dündar'ın dediği gibi Almanlar'dan rica etsek de bu kenti de alıp götürseler. Suyun altında izlemekten se içerisinden gezerek izlemek daha iyi bir seçenek olurdu.

2 Eylül 2010 Perşembe

Evet'teki hayırdan farklı değildir hayır'dan gelecek hayır!


Geçenlerde referandum konusunda evet diyenleri eleştirmiş, daha sonra ise "hayır"cıları eleştireceğimi söylemiştim.


"hayır'da hayır vardır" ya da "doğrusu hayır" gibi kelime oyunlarının arkasında nasıl bir siyasal duruş barınmakta, bu siyasi duruş ne kadar gerçekçi ve ne kadar halkın isteklerine cevap verebilir? Konunun etrafında döneceği çember budur.


Öncelikle belirtmekte fayda gördüğüm bir ayrıntı söz konusu. Ki bu ayrıntı aslında "Hayır" diyen CHP'nin son dönemlerde yaşadığı değişimler ve bu değişimin parti pratiklerinde ya da söylemlerinde meydana getirdiği değişikliklerdir. Yakın bir dönemde Baykal döneminin sona ermesi ve parti teşkilatında yaşanan "baykalcı" tasfiyelerinden sonra, rotasını Ecevit döneminde olduğu gibi "sol"'a kıran bir CHP karşımıza çıkmaktadır. Bu sayede CHP'de yaşanan söylem değişikliğinin temelini oluşturan "zihniyet" değişikliği gibi algılanan bu durumun şüpheli olmasını, söylemlerin bir kısmının halen devam etmesinden anlayabiliyoruz. Nedir bu söylemler ve Kılıçdaroğlu ne kadar samimi olabilir? kafamı kurcalayan 2. nokta bu. Evetçileri eleştiriken üzerinde durduğum konuların başında bu "samimiyet" sorunu gelmekteydi. Değişen birşey olmadı, şimdi bu "samimiyet" sorununu CHP yönüyle sorgulayacağım.


Deniz Baykal döneminde Kürt sorununu "terör" sorunu olarak nitekeyen zihniyette bir değişiklik olmuş gibi görünmüyor, politikalar halen "PKK" nin Kürt halkından tecrit edilmesi üzerine kuruluyor. Ancak işin ironik yanı bu siyasi gelenek Kürt halkının varlığını kabul etmeyen, Kürtçenin bir dil olmadığını dahi söyleyecek kadar ileri gidebilmiş bir temele oturmaktadır. Ki bu durum "neden CHP Doğu ve G. Doğu'dan oy alamıyor" sorusunun cevabını teşkil ediyor. Fakat bu ayrı bir konu olduğu için daha fazla üzerinde durmayacağım.


Fakat geçen zamana karşın hala bu söylemlerde bir ilerleme sağlanmış değil gibi. Hala "Militarizm" çığlıkları atıp "darbe" savunuculuğu yapabilecek kadar yerlerinde sayan bir geleneği görüyoruz. Baykal döneminde sırf muhalefet olsun diye muhalefet yapma görüntüsü ise artık yerini biraz daha halktan yana söylemlere bırakmaya başladı. Bu değişim zannedersem CHP'nin yeniden "ortanın solu" olmaktan çıkıp "sol" olduğunu iddia etme çabasıdır. Ne zaman ülkede "sol" söylem güçlense CHP sübap görevi yapıp bu tepkiyi kendi tarafına kanalize edebiliyor. Yıllarca "solcu" olarak tanıtılan "Ecevit"in " benim bu ülkeye en büyük hizmetim, kominizmin gelmesini engellemiş olmamdır" demesinde bu durum açıkça itiraf edilmiştir.


Bu son örnek ise samimiyet sorgulamamızın temelini teşkil edecektir. Son dönem söylemlere dikkat edersek daha demokratik ve halkçı söylemlere şahit oluruz. Yıllardır arkadaş çevremde yaptığım ve hatta CHP siyasetini terk etmemi ve olgunlaşmamı sağlayan "CHP işçilerin ve emekçilerin haklarını savunmuyor, nasıl olur da ilçe başkanı bir taşeron olabilir" sorgulaması, sanırım tabandan gelen bir baskı olarak tepenin değişimine yol açmış olmalı. Ben söyledim oldu demek değil bu, ben bu eksikliği gördüm ve değiştiremeyeceğimi çünkü teşkilat yapısının hiç de söylendiği gibi demokratik olmadığının farkına vardım. Bu tarz bir teşkilatlanmada yer almak ise kendi görüşüme ve işçi kesimine ihanet olacaktır diye düşünüp uzaklaşmayı ve devrimci siyasete yönelmeyi tercih etmiştim. Benim gibi düşünen insanların çoğu Kılıçdaroğlu başa geçtiği andan itibaren CHP'nin değişmiş olduğuna inanmış, statükonun kırıldığına ve demokratik bir yapıya kavuşulduğunu düşünüp geri dönmüştür. Bunlar başımdan geçen kişisel rahatsızlıklardır ve siyasi tercihimi belirleyen gerçek sebeplerdir.


Halk partisi ismini taşıyıp bu iddiada bulunan bir partinin, kendine ilke ve amaç edindiği altı (6) ok, sayısı giderek düşürülmüş ve tektip düşünen bir siyasi hayatın oluşmasına yol açmıştır. Bu da kesin olarak programa ve söylemlere yansımış, halkçı olması gereken "Halk" partisi halktan uzaklaşmayı tercih etmiştir. İşçi haklarının korunması noktasında uzunca bir zaman uzaktan seyretmekle yetinmiş ancak AKP başa geçtikten sonra kaybettiği bu alanı yeniden kazanmak amacıyla harekete geçmiştir. Bundan ötürü her işçi eyleminde mutlaka bir CHP'li vekili görürüz. Bu pastadan pay kapma telaşıyla yapılan bir hamle olarak gözükmektedir bana, bu sebeple hiç de samimi gelmemektedir. Bunun sebebi ise işçilerle ilgili konularla ilgilenen teşkilat yapılanmasının başına bir fabrikatörü getirmeleridir. işçi haklarını savunacak noktaya siz işçi temsilcisi getirmek yerine gidip bir işvereni getirirseniz size "bu ne perhiz bu ne lahana turşusu" demezler mi? demiyor çoğu kişi ama ben diyorum.


Kürt sorununda ise yıllardır savunulan ihma ve inkar politikaları askerle paralel olarak sürdürülmektedir. Hatta Askerin yanlışlarını farkedip geri adım atmasına dahi MHP'liler gibi karşı çıkmayı görevi biliyor arkadaşlar. Kılıçdaroğlu Tunceli "Dersim" kökenli olmak sanki ayıpmış gibi, "ben nevşehir kökenliyim" demeyi tercih ediyor. Bu "soy, boy" tartışmalarını başlatan söylemdi hatırlarsanız. CHP kürt sorunu konusunda hiçbir ilerici adım atmıyor halen 1990'lı yıllarda hazırladığı raporun arkasına gizlenerek bugünkü siyasi durumunu gizlemeye çalışıyor.


6 adet olan okun sadece Milliyetçilik ve (sözde) Laiklik olanını savunarak ikiye indirip, gerçeklerle ilgilenmeyen, sadece soyut kavramlarla uğraşıp dikkat dağıtan bir görüntü meydana getiriyor. Halkçılık, devletçilik ve devrimcilik ilkeleri terkedilmiş durumda beklemektedir. CHP son dönemlerde yaptığı söylem değişikliğiyle bu eksik okların boşluğunu doldurmaya çabalıyor. Devletçilik gibi diğer ilkeler kuru söylemlerle destekleniyor şimdilik, umarım iktidar olma durumunda bu ilkeleri hayata geçirebilirler. Ama dediğim gibi her zaman olduğu gibi "sol'un güçlendiği" bir zamanda bu söylem değişikliği yeni bir sübat vasifesi almak anlamına geliyor. Bu sebeple bana hiç ama hiç samimi gelmiyor bu söylemler. Hiçbiri "Ecevit" kadar ilerici olamazlar söylemler noktasında, ama onun övündüğü meseleyi yukarıda belirtmiştim. Ondan daha ilericisi ne olur bilemiyorum, Kılıçdaroğlu da acaba yıllar sonra "benim en büyük hizmetim ülkede sol hareketlerin yeniden güçlenmesini engellemektir" der mi? Dememesi için şuan hiçbir sebep göremiyorum. Pratiğe geçirilmeyen söylemler, söylem olmaktan ileri gidemez.


Ülkenin en önemli sorunu ve kanayan yarısı olan Kürt sorunu ve İşçilerin haklarının ihlali meselesinde "kürt" nüfusunu büyük şehirlerde yedek işçi gücü olarak barındıran sistem içerisinde CHP bu insanların oylarını kazanmak için ne gibi bir hamle yapacak acaba? ya da böyle bir derdi var mı? yoksa büyükşehirlerde ve Dou'da kaybetmesine sebep olan bu sorun hakkında bir adım atmayacak mı? CHP "halk" partisi olma söylemini hayata geçirmek istiyorsa Kürt halkının kültürel ve ekonomik hak mücadelesini desteklemeli, işçi sendikalarıyla senkronize hareket edip, sendikaların, TÜSİAD ya da MÜSİAD'dan önce başvurulması gereken merciler olduğunu kavramalı. Bunu dışında elitist üstten bakan anlayıştan uzaklaşmalı, türban sorununa "üstü kapalı (SİYASİ)" değinmek yerine, bilimsel temellere dayalı nesnel açıklamalar getirmeli. Söylemlerinin havada asılı kalmaması için bunları yapmalı.


Ancak CHP siyaseti bu kadar esnek bir yapıya sahip değil, o sebeple bunları gerçekleştirecek atılımı yapabileceğine inanmıyorum.


CHP-AKP zıtlaşması ya da kutuplaşmasına da kısaca değinmek istiyorum.


Herkesin birlidiği gibi CHP Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu partisidir. O zamanki adı Cuhuriyet Halk Fırkası'dır. Ve o zaman AKP yoktur henüz ama sadece fiziki olarak. Çünkü kimse Mustafa Kemal'in karizması karşısında dayanabilecek güce sahip değildir. Ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde her iki grubun da temsilcileri vardır o dönemden önce. Ve bu iki grup her zaman birbirlerine düşmanlık etmiş ve karşılıklı iktidar mücadelesine girişmişlerdir. Cumhuriyet'in ilk zamanlarında tek parti diktası dışında yalnızca 1 defa CHP tek başına iktidara gelebilmiştir. Onun dışındaki tüm seçimleri ya tek başına iktidar olarak ya da iktidar ortağı olarak Adnan Menderes geleneğinin temsilcileri kazanmışlardır. ve bu mücadele en çok da böyle dönemlerde açıkça görülmektedir. Mendereslerin asılması olayının sorumlusu olan askeri darbe (1960) o eski hesabı ve geleneği sürdürmek istiyordu. 1970 darbesi ise ona karşı yapılan bir darbeydi. Darbeye karşı darbeyle cevap veriliyordu. 1970 darbesinden sonra 1980 darbesiyle birlikte artık devletin gidişatı, Laik yönden Türk-İslam sentezi yönüne kaydırılıyordu. Bu gidişat bugünümüze ise AKP'nin temsilcisi olduğu geleneğin neden bu kadar güçlü olduğunun göstergesidir. AKP aslında 100 yıllık bir kavganın kendi payına düşen raundunu temsil ediyor. Özal döneminde devletçiliğin terkedilip "Liberal" ekonomiye geçişin başlaması, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Necmettin Erbakan koalisyonlarında ise bunların perçinlenmesi ve İmam-Hatip liselerinin açılması. Ülkenin her yanında Camilerin yapılmaya başlanması bu dönemlere denk gelmektedir. Avrupa Birliği ve Dünya Bankasından 90'lı yıllar boyunca alınan tüm krediler Camii yapımına harcanmıştı, adeta "laik" politikadan intikam alınıyordu.


Söylemek istediğim aslında CHP-AKP ayrılığı ya da kavgası tarihsel olarak 100 yılı aşkın bir süredir süren İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisindeki kavgalardır. Bu kavganın tarafı olmak ise ülke politikasını aslında tek bir zihniyetin yönetmesine olanak sağlamak anlamına geliyor. AKP ne kadar "sol"sa CHP de o kada "sol"dur kısacası. Söylemlere takılmamak gerekir, yoksa MHP'nin milliyetçi söylemlerinin dışında kalan söylemleri hepsinden daha ilerici sayılabilir ya da Hitler'in...


CHP de en az AKP kadar tutarsız ve samimiyetsiz gelmektedir bana. Bu sebeple oyum "hayır" da olmayacak. Burdan hareketle her iki siyasi yönelime de "hayırlı işler" demek istiyorum. Aynı politikayı farklı dillerle insanlara çok iyi satıyorsunuz, gerçekten hayırlı işler...


İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisindeki hesaplaşmalar için Eric Jan Zürcher'in kitapları oldukça aydınlatıcıdır. Okumanızı tavsiye ederim. Bugünü anlamak için Tarih'ten alacak çok fazla dersimiz var.


Biraz acele kaleme alındığı için eksik kalan bir yazı oldu maalesef.