31 Ağustos 2010 Salı

Evet! Hayır! Boykot!... (Şimdilik "evet"çilece yanıtlar)

Başlık aslında gündemin suniliğine değinmeyi amaç edinmiş bir espriden türemiştir.

Referandum laflarının ve karşıt fikirlerinin havada cirit attığı bir dönemde, kafanıza bu laflardan biri değmeden yolda yürüyemiyorsunuz. Oy kullanmayı vatandaşlık görevi olarak yeterli görenlerin çoğunluğunu oluşturduğu bu kesim, bu laf çarptırma konusunda birbirlerini aratmayacak kadar benzeşmektedirler.

Aslında, insanları sadece 2 veya 3 tercih yapmaya zorlayan ve bence çok kısıtlayıcı bir durumu ifade ediyor referandum süreci. 72 milyonun üzerinde insanın yaşadığı bir ülkede 35 milyon seçmen varken tüm bu insanların aynı düşüncede olmasını beklemek kadar zorlayıcı ve yer yer saçma geliyor bana bu 2-3 seçenekli referandum süreci.

Nedir bu seçenekler, ve bunlar birbirlerinden farklı olarak ne istemektedirler? Biraz da ona bakalım.

Evet'çilerin savunduğu düşünceleri ya da en azından referanduma reklam malzemesi olarak kullandıkları sloganik hak taleplerina göz gezdirince aslında "devlet" aygıtın olması gereken noktaya götürülmek istendiğini görüyorum ben. Bu yaptıklarının doğru olduğu ya da olmadığı anlamına gelmez. Altını dolduracağım bu sözümün.

Platon'dan bu yana tüm filozoflar "devlet" ve "insan" farklılığını felsefelerinin merkezien almış ve düşüncelerini bu eksende ve bu ikisinin ilişkileri üzerine bina etmişleridir. Platon'un çokça bilinen "devlet" kitabından, Machiavelli'nin Prens'ine, marx'ın Kapital'inden, Hungtington'un Medeniyetler çatışması , J.J. Rousseau'nun "toplum sözleşmesi" kitaplarına ve daha nicesine kadar hep "devlet" aygıtı ve "insan" ilişkileri tartışılmıştır. Bu ilişki şemalarında yöneten devlet mekanizması ve yönetilen insan teması karşılıklı bir ödev çerçevesinde birbirlerine karşı sorumlu tutulmuşlardır. Kiminde "birey"sel haklar önplana çıkartılıp "devlet" arka plana atılırken, diğer bir kesiminde bunu tam tersi yapılmıştır. Ve bu çerçevede bakıldığında görünen o ki "evet" diyenler, devlet aygıtınnı "insan" üzerindeki baskı ve kontrol mekanizmasını çözmeye çalışmaktadırlar, yani "birey"sel hak ve özgürlükleri, "devlet"e tercih etmektedirler.

Tarafsız bir bakış açısıyla bakıldığında olması gerekenin, devlet mekanizmasının insan üzerindeki baskısını en aza indirip, "devlet için halk" kavramı yerine, "halk için devlet" anlayışını yüceltmek olduğunu görürüz. Bu sebeple "evet" diyenlerin değişime destek olan söylemleri "hayır" diyen ve "devlet" aygıtının "birey" üzerindeki baskısının devam etmesini isteyenlerle temelden bir açtışmaya giriyor. Mevcut düzenin temellerine dokunmadan, dış görünüşüne çekilen bu sıvanın, doğal koşullara elbette fazla dayanacağı kanaatinde değilim.

Gelelim bu övgü olarak algılanabilecek sözlerin asıl temelini oluşturmaya ve eleştirmeye.

Marx Komünist Manifesto'nun en can alıcı ve ritminin en yükseldiği yerlerde hep burjuva'ziye övgüler yağdırmıştır. Ve gerçekten de Burjuvazi sınıfının yaptığı devrimci değişimleri hiçbir sınıf veya zümre yapamamıştır. Konumuzdan sapmadan devam edelim.

Bizim de yaptığımız bu övgü görünümündeki söylemler bu şekilde algılanmalıdır. Bu sebeple altını doldurmak gerekmektedir.

1-) AKP söylediklerinde ne kadar samimidir?

2-) Bu samimiyet kişisel hak ve özgürlükleri garanti altına almak gibi bir iddiaya sahipken nasıl olurda tam tersi gündemlerle karşı karşıya kalıyoruz?

3-) Liberal devrimci söylem, yavşaklaştırılıp içi boşaltılırken, tüm bu söylemlerin havaya sıkılan birer kuru sıkı kurşun olmadığı ne malum?!.

4-) Benim siyasi tavrımı ortaya koymama sebep olan bu ve bunun gibi soruların cevabı neden "evet" demediğimi, diğer yazımda eleştireceğim "hayır"cıların "hayır!lı işler"ini de neden "hayır" demediğimi anlamak için okunabilir. Eğer merak eden olursa tabi.

AKP ve dünyanın diğer tüm Liberal partileri söylem olarak hep "bireysel hak ve özgürlükler" sloganlarını kullanır, despotizme ve totaliterizme karşı bir başkaldırış olarak sunarlar insanlara. Bu rejimlerden muzdarip olan halk da hiçbir çıkarı olmamasına rağmen bu hareketlere karşı derin bir sempati besler, iktidar partsiyse bu hareket, halk artık onun fedaisi konumundadır demektir.

AKP'nin samimiyeti, diğer tüm liberal partilerin samimiyetiyle eşit oranda düşüktür. Sağlanacağını söyledikleri "sendikal haklar" TEKEL işçilerinin mücadelesiyle ne kadar samimi olunduğunu gösterdi. Ya da daha açık bir örnek, T. Telekom işçileri iş bırakma eylemi sebebiyle işlerinden atıldılar ve hükümetten bu olaylarla ilgili bir talep ortaya konmadı. Kaldı ki 3 yıl boyunca Taksim meydanında "1 Mayıs" işçi bayramı kutlamalarına izin vermeyen ve Gaz bombalarıyla tüm şehri "biber" gazıyla "soslayan"lar yine AKP bürokratlarıydı. 12 eylül darbecileriyle hesaplaşılsın demelerine rağmen, kendi dönemlerinde yaşanan hak gasplarının hesabını verecek durumda dahi değiller. 12 Eylül Darbe Anayasa'sını birkaç göstermelik değişiklikle kökten değiştiriyormuş yaygarası koparmak ise ne yiğitlik ne de dürüstlüktür. Sadece göz boyamaya yönelik göstermelik hamlelerdir.

Neden mi?

Çünkü anayasa değişilik paketinde "YÖK" kaldırılacak, Üniversitelere özerklik tesis edilecek denmiyor. YÖK adı geçmiyor bile. 12 Eylül darbesinin bebeği olan bu kurumun kaldırılıp Üniversiteler üzerindeki baskı ortadan kalkmadan bir demokratikleşmeden söz edilebilir mi? Ya da 12 Eylül'cülerden hesap soracağız denilebilr mi? Bal gibi de hayır!!!

Bir yandan da kişisel hak ve özgürlükler anayasal güvence altına alınacak deniliyor. Fakat aynı zamanda "dinleme" ve "fişleme" olayları devam ediyor. Hani "fişleme ayıbına dur demek için evet" sloganı vardı ya, bu ne çelişkidir? Bu ne samimiyetsizliktir. Söylenenler ve pratik uygulamalar arasında bunca temelden ayrılıklar varken nasıl olur da sağlam temeller üzerine bir anayasa inşaa edildiği safsatası savunulabilir. Kısacası AKP hiçbir söyleminde samimi davranmamaktadır. Kermalistlerin karşı çıkışlarını nesnel zemine oturtan uygulamaları olmasa bel ki samimi olabilecekleri hissine kapılabilirim ancak ortada böyle samimiyetten uzak, günü kurtarmaya yönelik siyaset yapılırken bu biraz zor görünüyor. Hatta oldukça zor...

Ve AKP ve diğer tüm Liberal hareketler, Liberalizmin "devrimci" ilkelerini ve söylemlerini bu şekilde içini boşaltarak yavşaklaştırıyor ve insanların gerçek anlamda uyanmasının önüne geçiyorlar. Yani eski rejimi reddeden fakat kurulacak "eskinin devamı rejim"e uygun "birey"ler yetiştirmek asıl amaç oluyor. Bu da "YÖK"ün tartışılmadığı ve sadece içine sızamadığı kimi kurumlara yönelik değişiklerden oluşan böyle samimiyetsiz bir anayasa önerisinin ortaya çıkmasına yol açıyor. Bu sebeplerden ötürü ve aklıma gelmeyenlerle birlikte bu Anayasa değişiklik paketinin samimiyetsiz olduğu kanaatindeyim Bu sebeple de oyum asla "evet" olmayacaktır.

Tartışılması gereken temel konuların başında "Vatandaşlık" ve "Vatandaşlık Ödevi" kavramları gelmelidir.

Hiçbir insanın görevi, oy kullanmak gibi bir vasıfsız role indirgenmemeli. Herkes oy kullanmaın dışında da siyasi nercilerle iletişime geçebilmeli ve memnun olmadığı iktidarı "devirip" yerine kendi iktidarını kurmayı düşünebilecek kadar geniş bir ödevler silsilesine sahip olmalı. Ve vatandaşlık gibi bir olgu tutup da bir oy kullanmaya indirgenirse ne vatanın ne de vatandaşlığın bir anlamı kalmıyor. Temsili demokrasinin, doğrudan demokrasiyi imkansız kıldığı günümüz dünyasında, kitle hareketlerinin peşinde sürüklenen bilinçsiz insanların, kendilerini geliştirip bilinçli birer vatandaş olmaları lazım gelmektedir. Yoksa hem referandumun hem de hayatın yalnızca 2-3 rengi olur. Hoş tek renge göre bu durum bile daha estetik durmaktadır, ancak yine de gökuşağı gibi renkli seçenekler olmasını tercih ederdim.

Oy kullanmak demek, insanların, itilip kakılan, sömürülen, hor görülen, avam olarak aşağılanan insanların bu durumları görmezden gelerek düzen siyasetine katılması anlamına gelmektedir. Bu durum insanı oldukça edilgen bir konuma indirgemekte ve bu halinden ödün vermeden, sanki bunca kötülüğe maruz kalmıyormuş gibi, sanki özgür iradesiyle hareket ediyormuş gibi yanılmasına sebep olmaktadır.

Daha uzatılabilecek rahatsızlıklardan ötürü kimseden özür dilemeden, verdiğim rahatsızlığın huzuru içerisinde yazıya son veriyorum. "Hayır"cılar için yazacağım bölümü de ekledikten sonra "boykot" cephesine göz atacağım. Ve neden tüm bu eğilimlere karşı olduğumu ve neden "referandum" diyenlere "efendum" dediğimi de ondan sonra açıklayacağım.

Hepinize iyi geçen anlar dilerim.

"referandum"!

"efendum"?!...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

insanları birbirine yakınlaştıran şeyler, aslında onları birbirine daha da uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramıyor...


Telefonla konuştuğun insanla aranda her ne varsa, telefonla uzun süre konuşarak ona karşı olan hasretini körelttiğinin ve giderek o insandan uzaklaştığının farkında mısın?

Olmayabilirsin, bu doğaldır. Çünkü operatörünün sana verdiği bedava konuşma süresi bitmemiştir henüz, ya da sevgini yeniden üretebileceğini, onu daha fazla kılacağını sanarak sevgilinle konuşuyorsundur, aslında onu ve sevgini tükettiğinin farkında mısın?

Feysbuk ve benzeri platformlar insanları sonsuz bir dikizleme imkanı sunabilir sana ve herkese... Peki sabahtan akşama ve akşamdan tekrar sabaha kadar konuşsan da , iki dakikalık yüzyüze görüşmenin yerini asla tutamayacağını biliyor musun?

Satın aldığın lüx telefonların aslında senin bedeninin bir parçası olmadığını ve bunları taşımanın insana hiçbir extra özellik sunmadığını biliyor musun?

O kadar soru sorulabilir ki bu konuda... Bu konu çok önemli, insanın kendine ve çevresine yabancılaşmasının hikayesidir bu. Metalaşma ve insanları sadece ihtiyaç anında başvurulacak bir imdat çekici olduğunu varsayan bu tarz yaklaşımlar yarattığı değersizlikler sebebiyle, ihtiyaç anında ulaşılabilecek bir çekiç dahi bulamayacaklardır. Telefonlarınızı bir köşeye bırakın, sadece bir anlığına da olsa gidip yüzyüze görüşün arkadaşlarınızla ya da sevgilinizle.

Sabaha kadar konuşmanın kimseye faydası yok, uzaklaşmak bunun karşıkonulmaz bir sonucu olacaktır...

22 Ağustos 2010 Pazar

Kadın Sorunu Üzerine Bir Deneme-Yanılma

Kadın sorunu, kürt sorunu ve daha binlerce sorun... Sorun siz değilsiniz, sorun sizi sorun olarak gören zihinlerde. Buralarda sorun olanlar genelde baskıya uğrayan özneler olarak algılanır. Edilgen bir konum atfedilen bu özneler, etken olan toplum tarafından etkilenir ve bir sorun olarak lanse edilir. Ve işin ilginç olanı bu kavram karmaşasına sorun olarak etiketlenen özne de katılır.

Kadın örneğinden başlayalım...

Kadın sorunu; kadın bir sorun olarak algılanmaktadır, dolayısıyla toplumun cinsel kimliği erkek olduğu için kadının sorun olarak görülmesi bir zihin yanılgısıdır. Sorunun aslı cinsiyetler arası eşitsizliktir. Bu fiziksel değil hukuksal ve geleneksel bir eşitsizliktir.

İşin aslına bakacak olursak, erkekliğin övüldüğü toplumsal bir yapıda sorun olanın bu anlayış olması gerekmektedir. Yani erkek olmak övünülecek bir durum olmamalıdır, zira kimse erkek olmayı ya da kadın olmayı kendi rızasıyla tercih etmemektedir. Bunlar doğuştan gelen özellikler olup müdahale etme şansımızın olmadığı -en azından şimdilik- konulardır. Bu sebeple bir insanın erkek olmak üzereyken gidip kadın olması gibi bir durum söz konusu değildir. O sebeple insiyetekr arasındaki bu ayrımı ortadan kaldırmak gerekir, bu pek mümkün olmadığı için bunu hukuksal olarak yapmak gerekir. Yani kadın ve erkek cinsiyetinden olan iki birey arasında yapılacak bir tercihin kıstası cinsiyeti değil onun zihinsel yapısı ya da bilgi birikimi olmalıdır. Bu şekilde hukuk karşısında erkekliğin bir üstünlüğü kalmamış olacaktır.

Bir başka husus da sorunun erkekte olmasıdır. Kadın sorunu kavramı var olmak için sorun olmayan bir cinsiyete ihtiyaç duyar. Bu da topluma ve devletlere erk-güç kimliğini kazandıran erkekliktir. Yani kadın sorununu var eden kadınlar değil erkeklerdir. Bu demek değildir ki erkekleri yok edelim, bu demektir ki erkekler kendi yarattıkları bu eşitsizliğin kaynağı olarak kadınları görmektedirler.

Bir kez daha tekrar etmekte fayda var; sorun olan kadın değil, sorun olan toplumda egemen olan erkeklik düşüncesidir. Toplumun erkek yönünü köreltip kadın yönünü sivrilttiğimizde illaki bir ortak notka bulunacaktır. Bu sayede kadın denilen cinsiyete sahip olan arkadaşlarımız sorun olmaktan çıkacak ve toplumda hak ettikleri eşitlik düzeyine ulaşmış olacaklardır.

Kadın sorunu kullanımı kadınlar arasında da kullanılmaktadır maalesef. Kadın bu söylemi kullanarak kendini bir sorun olarak görmeye devam ediyor. Bir erkek cinsiyetli insan olarak kadınlara sesleniyorum, benim için bir sorun değilsiniz...

Lütfen kendinizi bir sorun olarak görmeyin ve görenlere de sorunun kaynağının toplumun erkek kimliğinde olduğunu söyleyin.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Çocuk ve İnsan!


Uzun zamandır kafamı kurcalayan ve beni gerçekten rahatsız eden bir konuyu siz okurlarımızla paylaşmak istiyorum. Başlığa konu olan sorun toplumumuzda yanlış olduğunu düşündüğüm eğitim sistemini hedef almaktadır. Yazı bilimsel bir makale olma iddiasında değildir, tamamen kendi düşüncelerimden oluşmaktadır ve bu sebeple kaynakça belirtilmeyecektir.

Ülkemizde, yasal olarak 18 yaşını doldurmayan herkes çocuk sayılmaktadır. Yani 18 yaşına kadar herkes çocuk muamelesi görür yasalar karşısında. Kendi başlarına kararlar veremezler ve devlet ile
olan ilişkilerini velileri yani ebeveynleri vasıtasıyla yerine getirirler. Ve aynı zamanda 18 yaş altı gençler aile içerisinde üstü örtülmek istenen ya da ucuz atlatılmak istenen suçların cezalandırılmasında piyon rolü görebilmektedirler. Bunu bir genelleme olarak alamasak da işlenen namus ve töre cinayetlerinin faillerinin çocuk yaşta olmaları bunun önemli bir göstergesidir.

Gelelim sorunun bizi rahatsız eden eğitim kısmına. Buradaki"eğitim" yalnızca okulda verilenlerle sınırlı olan eğitim değildir. Burada daha genel bir anlam olarak, sosyalizasyon sürecinin tamamını, aile içi ve çevreyle olan ilişkiyi kapsayan "eğitim"dir. Peki sorun nedir? Bu sorunun cevabı biraz uzun sürecektir. Sosyolojinin alanına giren gelişim süreci, insan ömrünün tamamını kapsayan ve insanın kendiyle ve çevresiyle girdiği ilişkiyi ifade eden "sosyalizasyon" kavramıyla açıklanır. Buna göre insanlar doğup ölene dek sürekli bir öğrenme sürecindedirler ve bu süreç içerisinde kişilikleri oluşur, toplumla ilişki içerisine girer ve kendine bir yer edinirler. Buraya kadar normal olan ve genel olarak tüm insanlığı kapsayan bir açıklama yapıldı, şimdi de Türkiye üzerinde edindiğimiz gözlemler sonucu kendi çevremizi kurcalayacağız.

İnsan doğduktan sonra en uzun süre çocukluk dönemi yaşayan canlılardandır. Bu süreç içerisinde korumasız olan yavru, annenin ve babanın koruması altında yaşar ve gelişir. Konuşma, yeme-içme, alet kullanma ve toplumsal ilişkiler içerisine girmek gibi özellikleri hep anne-babasının yönlendirmesiyle kazanır. Evrensel olan bu süreç insan, insan olduğundan beri böyle işlemektedir. Ve insan bu süreç içerisinde ailesinden gördüğü eğitimle birlikte kendi topluluğuna dahil olmaya ve aidiyet duygularını var etmeye başlar. O artık kan bağıyla bir aileye ve aile bağıyla da bir topluma bağlıdır. Bu topluluk bir "cemaat" da olabilir, daha geniş bir kavram olarak "cemiyet" de olabilir. Yani bir köy de olabilir, bir şehir de, bir ülke de... Sosyolojinin alanına giren bu konuya daha fazla değinmeyeceğim.

Önceki sayfada değindiğim sosyalizasyon süreci bizde nasıl işliyor biraz da ona değinelim. Konunun merkezini oluşturan düşünce de burada cereyan etmektedir.

Türkiye'de de tüm dünyada olduğu gibi işleyen sosyalizasyon süreci, kişi üzerinde yaratılan etki ve oluşturulan baskı sonucu meydana gelen yaralı kişilik dediğim duruma yol açacak şekilde sorunlu işlemektedir. Kişi, kişi olmadan önce çocuk olmak zorundadır ve bu biyolojik bir durum olduğu için değiştirilmesi ve müdahale edilmesi mümkün olmayan bir durumdur. Yalnız çocukluk döneminin uzunluğu ve yaş olarak yetişkin duruma gelen insanların, ailelerinden edindikleri eğitim sonucu çocuk olarak kaldığını düşünmekteyim. Bu nasıl olmaktadır? Bu çocuğu eğiten ailenin bu süreçte takındığı tavır ve izlediği yöntemle yakından alâkalıdır. Aileler maalesef yalnızca bilinçli insanların oluşturabilecekleri
kavramlar değildirler. Bir kadın ve bir erkek devletten alınan yetki ya da imamın dinden aldığı yetkiyle çok kolay bir aile oluşturabilirler.

Çocuk bir kere bu aile eğitimini -daha doğrusu baskısını- alınca, ömür boyu anne ya da babanın çocuğu olmaya devam etmektedir. Bu durum insanların özgüven eksikliği duymasına ve yalnız başlarına sorunların üstesinden gelmelerine engel olmaktadır. mantıksal olarak her çocuk anne babasının çocuğudur evet, ama o kendi başına bir birey ve daha da önemlisi bir insan olmalıdır. Toplumun bir parçası olarak bir bireydir de ama insan olma yetisini sergileyecek özelliklerden yoksun, sadece alışılagelmiş davranışları sergileyen ve toplumun kurallarının dışına çıkmaya cesaret edemeyen bireyler olarak, kendi bağımsız kişiliğini oluşturamamaktadır. Sorgulayamayan, üretemeyen ve kendini tekrar eden süreçlerin bireyi, modern dünyanın insanı olamamaktadır. Burda bir soru aklınıza gelebilir, Türkiye'de böyle de
Avrupa'da nasıl bu durum?

Avrupa'ya baktığımız zaman kendi başına hareket eden, ve her branşta lider olabilecek insanların yetiştiğini ve bu insanların her zaman bir önceki nesli geride bırakma eğiliminde olduğunu görüyoruz. Teknolojik gelişmelerin ve ekonomik sistemin merkezi olan bu coğrafya, kapitalizmin devrimci rolü
sayesinde aile yapısının feodal niteliklerini (Türkiye'de bahsettiğimiz yönler) ortadan kaldırmış, özgür düşünen ve üreten bireyi yaratmıştır. Bu da hem siyasi, hem ekonomik, hem de düşünsel ağırlık noktasının bu coğrafyada hakim olmasını sağlamıştır. Bu batı hayranlığı olarak algılanmaması gereken bir düşünce olsa da, batı medeniyetinin sömürgeci ve emperyalist karakterinin dışında, birey ve insan yetiştirmedeki bu kararlılığına ve başarısına karşı bir hayranlığı da içerisinde barındırmaktadır. Yani bizim toplumumuzda çocuk yetiştirmeye ve bir aile düzeni kurmaya büyük önem verilirken, Avrupa'da bu durum birey ve insan yetiştirmek olarak karşımıza çıkıyor. Bu sebeple artık yetişkin çocuklar yetiştirmek
yerine, özgür bireylerin kendilerini var etmelerine olanak tanımalıyız. Yoksa yaşantımızın tamamını cesaretsiz ve beceriksiz çocuklar olarak, kendimiz gibi "çocuklar" yetiştirmekle geçireceğiz.

Unutmayalım, özgür birey olmadan özgür toplum, özgür insan olmadan da özgür düşünce var olamaz!..

ADALET SARAYI


Şu sıralar Kartal-Maltepe arasında Dünyanın en büyük adalet binasının yapıldığı haykırılmakta. İddiaya göre dünyanın en büyüğü bizim ülkemizde olacak. Bu durum yoldan geçerken bu onure edici tabelayla karşılaşan sıradan vatandaş için övünmeye değer bir argüman olarak algılanıyor galiba. Zira bir otobüs yolculuğu sırasında karşılaştığım bir çift bunun bir göstergesiydi. “ bak hanım, burası dünyanın en büyük adalet binası olacak”, demişti adam, karısı ise şehir gezisinde yeni bir tarihi yapı görmüş turist kadar heyecanlanmıştı.

İnsanoğlu, ait olduğu topluluk hakkında bir büyüklük ya da övünce layık olacak başka bir enstantaneyle karşılaşınca mutlu oluyor. Yalnız kanunların en fazla çıktığı dönemlerin hep, suçun en fazla olduğu dönemler olduğu göz önüne alınırsa, içinden geçtiğimiz sürecin aslında hiç de övünülecek bir yanının olmadığını anlarız.

Kanuni Sultan Süleyman Hân’a “kanuni” önadının verilmesinin sebebi, döneminde, kendinden önceki tüm hükümdarların toplamda çıkardığı kanunlardan fazlasını kendi, döneminde çıkarmış olmasıdır. Çünkü bu dönem Anadolu’nun karışık olduğu, Celali İsyanları’nın cereyan ettiği ve işlenen şuç oranının önceki dönemlere nazaran daha fazla olduğu bir dönemdir. Bu durumu düzene sokmak için Kanuni sürekli kanunlar çıkarmış ve dirliği ve düzeni sağlamaya gayret etmiştir. Ancak çağımızı o dönemle karşılaştırıp bir sonuca varmak mümkün değil, fakat suçlar arttıkça dolayısıyla suça verilecek cezayı belirleyecek yasaların da artması kaçınılmazdır. Bu da kanunların en fazla çıktığı dönemlerin, aslında suçun ve yolsuzluğun en yoğun olduğu dönemler olduğunu ortaya koymaktadır.

Gelelim adalet sarayının boyutlarına; sayısal veri vermeyeceğiz ama “dünyanın en büyük


adalet sarayı” nitelemesini hakeden bu yapının mahalli mahkemelerin (anadolu yakası) birarada olduğu bir mimariye sahip olmasından ötürü bu sıfatı hakettiğini söylemek sanırım yüzeyselcilik olur. O sebeple Kanuni dönemini hatırlayarak bir daha bakacak olursak ve hapishanelerin kontenjanlarını doldurduğunu ve taştığını da gözden kaçırmazsak, aslında dünyanın en fazla suç işlenen ülkesi olduğumuzu haykırmış olmuyor muyuz bu yapıyla?

Burada bu yapının Adalet Sarayı değil de “Saray’ın Adaleti”ni temsil ettiğini göremez miyiz?

Göz altında işkence edilerek öldürülen Engin Çeber’i unutmuş olamayız. Hapishanelerde işkence iddiaları havalarda uçuşurken, AB temsilcilerin raporları işkenceleri belgelerken, rüşvetin toplumun kanına işlediğini görerek, zehirli varillerin halkın yaşadığı mahallelerin yakınına gömüldüğünü hatırlayarak, çocukların ucuz işgücü olarak kullanıldığnı ve cinsel ve fiziki sömürüye maruz kaldıklarını , kadınların cinsel meta haline getirilip, devlet belgesiyle erkeklere pazarlandığını, sokak ortasında insanların linç edildiğini, işçilerin, üretim maliyetini azaltmak için güvenlik önlemi alınmadan çalıştırıldığı ve hergün onlarca işçinin öldüğünü görünce,ve tüm bunları sorgulayınca gerçekten de “adalet” kavramını sargulayıp, “adalet sarayı” yerine “sarayın adaleti” demek daha doğru oluyor.

Hapishaneleri dolduracak insanların bir bölümünün de Kredi kartı borcundan kaynaklı suçlardan içeri gireceklerini ve her kriz döneminde suça karşıma oranının arttığını gözönüne alırsak, adalet’in mülkün temeli olmadığını tam tersine mülkün adaletin temelini oluşturduğunu farkedeceğiz. Bu da bize “adalet sarayı” değil de “sarayın adaleti” kavramını daha anlaşılır kılmaktadır.