7 Ağustos 2010 Cumartesi

Çocuk ve İnsan!


Uzun zamandır kafamı kurcalayan ve beni gerçekten rahatsız eden bir konuyu siz okurlarımızla paylaşmak istiyorum. Başlığa konu olan sorun toplumumuzda yanlış olduğunu düşündüğüm eğitim sistemini hedef almaktadır. Yazı bilimsel bir makale olma iddiasında değildir, tamamen kendi düşüncelerimden oluşmaktadır ve bu sebeple kaynakça belirtilmeyecektir.

Ülkemizde, yasal olarak 18 yaşını doldurmayan herkes çocuk sayılmaktadır. Yani 18 yaşına kadar herkes çocuk muamelesi görür yasalar karşısında. Kendi başlarına kararlar veremezler ve devlet ile
olan ilişkilerini velileri yani ebeveynleri vasıtasıyla yerine getirirler. Ve aynı zamanda 18 yaş altı gençler aile içerisinde üstü örtülmek istenen ya da ucuz atlatılmak istenen suçların cezalandırılmasında piyon rolü görebilmektedirler. Bunu bir genelleme olarak alamasak da işlenen namus ve töre cinayetlerinin faillerinin çocuk yaşta olmaları bunun önemli bir göstergesidir.

Gelelim sorunun bizi rahatsız eden eğitim kısmına. Buradaki"eğitim" yalnızca okulda verilenlerle sınırlı olan eğitim değildir. Burada daha genel bir anlam olarak, sosyalizasyon sürecinin tamamını, aile içi ve çevreyle olan ilişkiyi kapsayan "eğitim"dir. Peki sorun nedir? Bu sorunun cevabı biraz uzun sürecektir. Sosyolojinin alanına giren gelişim süreci, insan ömrünün tamamını kapsayan ve insanın kendiyle ve çevresiyle girdiği ilişkiyi ifade eden "sosyalizasyon" kavramıyla açıklanır. Buna göre insanlar doğup ölene dek sürekli bir öğrenme sürecindedirler ve bu süreç içerisinde kişilikleri oluşur, toplumla ilişki içerisine girer ve kendine bir yer edinirler. Buraya kadar normal olan ve genel olarak tüm insanlığı kapsayan bir açıklama yapıldı, şimdi de Türkiye üzerinde edindiğimiz gözlemler sonucu kendi çevremizi kurcalayacağız.

İnsan doğduktan sonra en uzun süre çocukluk dönemi yaşayan canlılardandır. Bu süreç içerisinde korumasız olan yavru, annenin ve babanın koruması altında yaşar ve gelişir. Konuşma, yeme-içme, alet kullanma ve toplumsal ilişkiler içerisine girmek gibi özellikleri hep anne-babasının yönlendirmesiyle kazanır. Evrensel olan bu süreç insan, insan olduğundan beri böyle işlemektedir. Ve insan bu süreç içerisinde ailesinden gördüğü eğitimle birlikte kendi topluluğuna dahil olmaya ve aidiyet duygularını var etmeye başlar. O artık kan bağıyla bir aileye ve aile bağıyla da bir topluma bağlıdır. Bu topluluk bir "cemaat" da olabilir, daha geniş bir kavram olarak "cemiyet" de olabilir. Yani bir köy de olabilir, bir şehir de, bir ülke de... Sosyolojinin alanına giren bu konuya daha fazla değinmeyeceğim.

Önceki sayfada değindiğim sosyalizasyon süreci bizde nasıl işliyor biraz da ona değinelim. Konunun merkezini oluşturan düşünce de burada cereyan etmektedir.

Türkiye'de de tüm dünyada olduğu gibi işleyen sosyalizasyon süreci, kişi üzerinde yaratılan etki ve oluşturulan baskı sonucu meydana gelen yaralı kişilik dediğim duruma yol açacak şekilde sorunlu işlemektedir. Kişi, kişi olmadan önce çocuk olmak zorundadır ve bu biyolojik bir durum olduğu için değiştirilmesi ve müdahale edilmesi mümkün olmayan bir durumdur. Yalnız çocukluk döneminin uzunluğu ve yaş olarak yetişkin duruma gelen insanların, ailelerinden edindikleri eğitim sonucu çocuk olarak kaldığını düşünmekteyim. Bu nasıl olmaktadır? Bu çocuğu eğiten ailenin bu süreçte takındığı tavır ve izlediği yöntemle yakından alâkalıdır. Aileler maalesef yalnızca bilinçli insanların oluşturabilecekleri
kavramlar değildirler. Bir kadın ve bir erkek devletten alınan yetki ya da imamın dinden aldığı yetkiyle çok kolay bir aile oluşturabilirler.

Çocuk bir kere bu aile eğitimini -daha doğrusu baskısını- alınca, ömür boyu anne ya da babanın çocuğu olmaya devam etmektedir. Bu durum insanların özgüven eksikliği duymasına ve yalnız başlarına sorunların üstesinden gelmelerine engel olmaktadır. mantıksal olarak her çocuk anne babasının çocuğudur evet, ama o kendi başına bir birey ve daha da önemlisi bir insan olmalıdır. Toplumun bir parçası olarak bir bireydir de ama insan olma yetisini sergileyecek özelliklerden yoksun, sadece alışılagelmiş davranışları sergileyen ve toplumun kurallarının dışına çıkmaya cesaret edemeyen bireyler olarak, kendi bağımsız kişiliğini oluşturamamaktadır. Sorgulayamayan, üretemeyen ve kendini tekrar eden süreçlerin bireyi, modern dünyanın insanı olamamaktadır. Burda bir soru aklınıza gelebilir, Türkiye'de böyle de
Avrupa'da nasıl bu durum?

Avrupa'ya baktığımız zaman kendi başına hareket eden, ve her branşta lider olabilecek insanların yetiştiğini ve bu insanların her zaman bir önceki nesli geride bırakma eğiliminde olduğunu görüyoruz. Teknolojik gelişmelerin ve ekonomik sistemin merkezi olan bu coğrafya, kapitalizmin devrimci rolü
sayesinde aile yapısının feodal niteliklerini (Türkiye'de bahsettiğimiz yönler) ortadan kaldırmış, özgür düşünen ve üreten bireyi yaratmıştır. Bu da hem siyasi, hem ekonomik, hem de düşünsel ağırlık noktasının bu coğrafyada hakim olmasını sağlamıştır. Bu batı hayranlığı olarak algılanmaması gereken bir düşünce olsa da, batı medeniyetinin sömürgeci ve emperyalist karakterinin dışında, birey ve insan yetiştirmedeki bu kararlılığına ve başarısına karşı bir hayranlığı da içerisinde barındırmaktadır. Yani bizim toplumumuzda çocuk yetiştirmeye ve bir aile düzeni kurmaya büyük önem verilirken, Avrupa'da bu durum birey ve insan yetiştirmek olarak karşımıza çıkıyor. Bu sebeple artık yetişkin çocuklar yetiştirmek
yerine, özgür bireylerin kendilerini var etmelerine olanak tanımalıyız. Yoksa yaşantımızın tamamını cesaretsiz ve beceriksiz çocuklar olarak, kendimiz gibi "çocuklar" yetiştirmekle geçireceğiz.

Unutmayalım, özgür birey olmadan özgür toplum, özgür insan olmadan da özgür düşünce var olamaz!..

ADALET SARAYI


Şu sıralar Kartal-Maltepe arasında Dünyanın en büyük adalet binasının yapıldığı haykırılmakta. İddiaya göre dünyanın en büyüğü bizim ülkemizde olacak. Bu durum yoldan geçerken bu onure edici tabelayla karşılaşan sıradan vatandaş için övünmeye değer bir argüman olarak algılanıyor galiba. Zira bir otobüs yolculuğu sırasında karşılaştığım bir çift bunun bir göstergesiydi. “ bak hanım, burası dünyanın en büyük adalet binası olacak”, demişti adam, karısı ise şehir gezisinde yeni bir tarihi yapı görmüş turist kadar heyecanlanmıştı.

İnsanoğlu, ait olduğu topluluk hakkında bir büyüklük ya da övünce layık olacak başka bir enstantaneyle karşılaşınca mutlu oluyor. Yalnız kanunların en fazla çıktığı dönemlerin hep, suçun en fazla olduğu dönemler olduğu göz önüne alınırsa, içinden geçtiğimiz sürecin aslında hiç de övünülecek bir yanının olmadığını anlarız.

Kanuni Sultan Süleyman Hân’a “kanuni” önadının verilmesinin sebebi, döneminde, kendinden önceki tüm hükümdarların toplamda çıkardığı kanunlardan fazlasını kendi, döneminde çıkarmış olmasıdır. Çünkü bu dönem Anadolu’nun karışık olduğu, Celali İsyanları’nın cereyan ettiği ve işlenen şuç oranının önceki dönemlere nazaran daha fazla olduğu bir dönemdir. Bu durumu düzene sokmak için Kanuni sürekli kanunlar çıkarmış ve dirliği ve düzeni sağlamaya gayret etmiştir. Ancak çağımızı o dönemle karşılaştırıp bir sonuca varmak mümkün değil, fakat suçlar arttıkça dolayısıyla suça verilecek cezayı belirleyecek yasaların da artması kaçınılmazdır. Bu da kanunların en fazla çıktığı dönemlerin, aslında suçun ve yolsuzluğun en yoğun olduğu dönemler olduğunu ortaya koymaktadır.

Gelelim adalet sarayının boyutlarına; sayısal veri vermeyeceğiz ama “dünyanın en büyük


adalet sarayı” nitelemesini hakeden bu yapının mahalli mahkemelerin (anadolu yakası) birarada olduğu bir mimariye sahip olmasından ötürü bu sıfatı hakettiğini söylemek sanırım yüzeyselcilik olur. O sebeple Kanuni dönemini hatırlayarak bir daha bakacak olursak ve hapishanelerin kontenjanlarını doldurduğunu ve taştığını da gözden kaçırmazsak, aslında dünyanın en fazla suç işlenen ülkesi olduğumuzu haykırmış olmuyor muyuz bu yapıyla?

Burada bu yapının Adalet Sarayı değil de “Saray’ın Adaleti”ni temsil ettiğini göremez miyiz?

Göz altında işkence edilerek öldürülen Engin Çeber’i unutmuş olamayız. Hapishanelerde işkence iddiaları havalarda uçuşurken, AB temsilcilerin raporları işkenceleri belgelerken, rüşvetin toplumun kanına işlediğini görerek, zehirli varillerin halkın yaşadığı mahallelerin yakınına gömüldüğünü hatırlayarak, çocukların ucuz işgücü olarak kullanıldığnı ve cinsel ve fiziki sömürüye maruz kaldıklarını , kadınların cinsel meta haline getirilip, devlet belgesiyle erkeklere pazarlandığını, sokak ortasında insanların linç edildiğini, işçilerin, üretim maliyetini azaltmak için güvenlik önlemi alınmadan çalıştırıldığı ve hergün onlarca işçinin öldüğünü görünce,ve tüm bunları sorgulayınca gerçekten de “adalet” kavramını sargulayıp, “adalet sarayı” yerine “sarayın adaleti” demek daha doğru oluyor.

Hapishaneleri dolduracak insanların bir bölümünün de Kredi kartı borcundan kaynaklı suçlardan içeri gireceklerini ve her kriz döneminde suça karşıma oranının arttığını gözönüne alırsak, adalet’in mülkün temeli olmadığını tam tersine mülkün adaletin temelini oluşturduğunu farkedeceğiz. Bu da bize “adalet sarayı” değil de “sarayın adaleti” kavramını daha anlaşılır kılmaktadır.