Bugün 13 Mart 2012 ...
Yaşadığımız zamanda yeniden basıldığı için güncelmiş izlenimi veren kitaplardan haberdar oluyoruz yaşamadığımız zamanların yaşamından. 1940'lı yıllarda yazılmış ancak ayrıntılarında 1900'lü yılların başı ya da 1800'lü yılların sonundan söz eden edebi yapıtlar, bugünün karma karışıklığından kurtulmamızın anahtarı rolü görüyorlar. Söz konusu kitaplarda hayatı sorgulama, ona bir anlam yükleme ya da bu anlam yüklemenin gereksizliği üzerinden dönen hikayeleri pür dikkat izliyoruz. Bunun sebebi şimdilerde bu durumların farkına bir türlü varamayışımız ve öncelerde yaşanmış hayatlarda bizim bu eksikliklerimizin giderildiğine şahit oluşumuz olduğu düşüncesindeyim. Bu eserlerin evrenselliği çağımızın ruhsuzlaşma gibi bir durumu meydana getirmekteki ustalığı olsa gerek.
Peki yaşadığımız çağdan bakınca daha önceki yaşamlardan edindiğimiz bu deneyimler, zamanın sürekli ilerlediği fikrini sorgulamamızı gerektirmez mi? Bence gerektirir. Modernizmin en büyük sorunlarından biri olduğunu söyleyebileceğimiz bu sürekli ilerleme fikri aslında sıkıntılarımızın, devlet mekanizması karşısındaki ve sosyal sınıflar içerisindeki temelini algılamamızı engellemektedir. Elbette çağın gereklerine uygun kurumlaşmalar gereği ortaya çıkan yeni aygıtlar ve bu aygıtlarla girilen ilişkinin sonucunda ortaya çıkan yeni sonuçlar, bu ilişkinin sürekli anlam ve şekil değiştirmesine de yol açmaktadırlar. Dolayısıyla temelde sabit olan sıkıntılarımızın, çelişkilerimizin farklı algılarla karşımıza çıkması karşısında afallayıp kalabiliyoruz. Bundan ötürü de kadim bir durum olan çelişkilerimizi çağın kimliğine uygun olarak yorumlamaya çalışıyor ve tarihsel sürekliliği gözden kaçırmış oluyoruz. Her çağın bir kimliği olduğu ve bu kimliğin o çağın modernliği olarak algılanması fikrine karşı olmamakla birlikte, her modernitenin farklı farklı algılanmasına karşı çıkmak gerektiğini düşünüyorum. Tarihsel süreklilik ve bu sürekliliğin farkında olma durumu bize refleks geliştirme yeteneği katar diye düşünmekteyim.
Yaşadığımız çağın ürünü olarak bu çağa ait sıkıntılarla boğuştuğumuz bir gerçek. Ancak süreklilik durumunu gözden kaçırmadan, temel çelişkilerimizin farkında olarak daha az kandırılacağımıza inanıyorum. Bir yanılgılar dünyasında yaşıyoruz ve kandırılmamızın temeli de buradan gelmektedir. Algımız birebir tecrübeden yani nesnel hayattan sanal gerçekliğe kaymış durumda genel olarak. İnsanlarla yüz yüze ilişki geliştirmemizin kanalları giderek kapanıyor. Bunu yapan ne uzaylılar ne bilinmeyen bir güç ne de alın yazısı. Bunun tek sorumlusu bu durumu gülerek, bilerek ve isteyerek karşılayan biz insanlarız. Dört boyutlu bir nesneler dünyasından iki boyutlu bir sanal dünyaya geçişi alkışlarla karşılıyoruz. Ona methiyeler diziyor, hayatımızın her alanına entegre etmek için, büyük ticari tekellerin geliştirdiği ürünleri elde etmek ve yeni modellerin şekillenmesi işinde gönüllü olmak gibi ulvi bir amaca hizmet ediyoruz. Farkında olduğumuzu zannedecek kadar bir farkında olmama durumunun pençesinde bir o yana bir bu yana savrulup duruyoruz. Bu aldatıcı gerçeklik karşısında geliştirilen refleksin gerçek olmasını bekleyemeyiz. Bu aldatıcı gerçeklik karşısında geliştirdiğimiz refleksler nedir dersek, bunların; mutluluk ve isteklilik olduğunu söyleyebiliriz.
İsteklilik dediğimiz şey, teknolojik bir ürünü hayallerimizin merkezine koymaya duyduğumuz heves ve bunun karşısında duyduğumuz heyecandır. Bu bir arabaya sahip olma fikrinin kişiye verdiği hazdan başkası değildir. Ya da son model bir telefon veya yeni geliştirilen ve daha fazla mobiliteyi amaç edinen tablet bilgisayarlara sahip olma durumu ve bunun karşılığında geliştirdiğimiz sahipliğe dayalı haz buna verilebilecek örneklerden olabilir. Zamanın sürekli ilerlemesi fikri, sürekli, durmadan yeni modellerin piyasaya sürülmesiyle desteklenmektedir. Bir ürün çıktıktan sonra yeni ürün tasarlanmaya ve o ürünün eskidiği fikrini yaymaya başlar. Piyasaya daha yeni bir ürün çıktığında ise artık o eskimiş olur. Ama temelde işlevsel bir farklılık var denilemez. Model değişmiş, işlevselliği genişletilmiş ancak temel işlevinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Bu durum insanlar tarafından alkışla karşılanır. Oysa ellerinde bulunan ürün zaden temel ihtiyacı karşılamaktadır. Ancak bu gerçeklik bir kenara bırakılır ve en yeniye sahip olma fikri onlara egemen olmaya başlar. Bu durum reklamlar vasıtasıyla hissettirilir ve içselleştirilir. Artık yadırganır bir tarafı kalmayan, normal bir davranış haline dönüşür bu durum. Tüketim çılgınlığı denilen bu durum, kapitalizmin insanlığa yaptığı en büyük kötülüktür. Çünkü bu davranış bir kere içselleştirildi mi sadece ürün alışverişiyle sınırlı kalmamakta insan ilişkilerinde de benzer bir davranış hakim olmaya başlamaktadır. Sanal arkadaşlıklar, sanal istekler insanlara egemen olmaya ve onları sürekli tüketmek gibi bir refleks geliştirmeye sevk eder. Bu durumun en acı tarafı şekillendirilen yani sonradan öğrenilen, sahiplenilen bu davranışın bir dürtü, bir iç güdü olarak algılanmaya başlanmasıdır. Piyasayı şekillendiren insandan piyasa tarafından şekillendirilen insana doğru bir değişim demektir bu. İşin en acı tarafı ise kapitalizmin bu ahlaksız durumu alkışlamasına ve pohpohlamasına karşın sosyalizmin bir türlü alternatif haline gelemiyor oluşudur. Zamanın sürekli ilerlemesi fikrini savunan ve modernleşmenin kitlelerin hizmetine ve ihtiyaçlarına yönelik, çevreci ve toplumsal bir yöntem olarak kullanılmasını söyleyen ancak modernizmi kapitalizmin yaptığı gibi bir toplum mühendisliği aracı olarak kullanan, yani teorik ve pratik birlikteliği kuramayan sosyalizmin de insanları bu davranış biçiminden kurtarmasının zor olduğu fikrindeyim. Ancak yine de tüketime yönelik üretim yerine, ihtiyacın karşılanmasını amaç edinmiş bir üretim anlayışından ötürü sosyalizmin daha ahlaki bir üretim biçimini savunduğunu söylemek gerekir. Burada iki ekonomik modelin ahlaki ve gayri ahlakiliğini tartışmak gerekir. Ama karşıtlık ya da savunma güdüsüne kapılma rikinden ötürü bunu bir tarafa bırakmak gerekir sanırım.
Sanallaşan hayatları acılarının ve sevinçlerinin de sanallaştığına şahit olmayı hiç istemezdim ancak bu durumun tiksinti verici gerçekliği karşısında yapacak hiçbir şeyimiz olmadığı da bir gerçek. Beğeniler, mutluluk, sevinç, hoşgörü gibi duygular artık yerini zıtlarına bırakma eğilimindeler. Topluma büyük bir buhran hakim oluyor hızlıca. Çekememezlik, kıskançlık, kin ve nefret alışıldık davranışları meydana getiriyorlar. İki insanın bir birinden nefret etmesine, düşman olmasına değil de birbirlerini sevmesine, saygı duymasına şaşırıyoruz artık. Hoş karşılanan iyi duygular artık garipsenen durumlara dönüşüyor. İnsan duygusal bir türken giderek mekanik bir davranışlar yumağına dönüşüyor. Mekanikleşen ve kronikleşen eğilimler, toplumda var olan her türlü güzel (estetik anlamda değil) durumu tüketme eğilimine girmiş oluyor. İnsanlar iyiden örnek almayı değil, onu hızlıca deneyimlemek ve sadece yüzeysel bilgi kaynağı haline sokarak içselleştiriyor. Onu sanallaştırıyor sadece.
Sadece tüketiyor. Tüketiyor, tüketiyor ve sonunda ondan ortaya hiçbir şey kalmayıncaya kadar tüketiyor. Daha sonra da ondan bihaber yaşamaya devam ediyor. Doğru ya, tükenen şey algılanamaz artık. Algı yoksa, imge de olmaz. İmge canlanmıyorsa algı da körelmiş demektir artık. Bu körelme sonucunda insan algısız bir şekilde zombiler gibi dolanmaktan, hissetmemekten, algılamamaktan başka yani bir et yığınından başka hiçbir şey olmamış oluyor. Bu durum insanlık için en büyük tehlikelerden biridir. Algısını ve hassasiyetini yitirmiş bir toplum artık sadece bir sürü halini almış demektir. Nesnel dünyayla bağını kopartmış kişi ise yalnızca gündemden haberdar ama eksik boyutlu biri demektir. Algısını yitirmiş, toplumsal olaylara duyarsız biri demektir.
Bugün 13 Mart 2012 ...
En başta bugün okuduğumuz kitapların geçmişi deneyimlememizi sağladığını, yazıldığı çağı ya da öncesini konu almakla tarihi sürekliliği sağladığını bu nedenle de sürekli ilerlemenin aslında bir yanılgı olduğunu anlattığını söylemiştim. Bunun tarihsel sürekliliği görmezden gelerek, modernitenin yanılgısına saplanma eğilimine ve öğretisine karşı önemli bir deneyim olduğunu anlatmaya çalıştım. Bu modernist öğretinin dayanağı ve kaynağı olan kapitalizmin insanların gerçekle olan bağını koparmasına değinip, tüketim çılgınlığının nasıl bir algı körelmesine yol açtığını ifade ettim. Algılanan şeyin ise nasıl bir deney malzemesi yapıldığını, fütursuzca tüketilen şeyin nasıl bittiğini ve bu bitişin insanda nasıl bir algı körelmesine yol açtığını ve bu insanların duygusal yönden ne denli yok olduğunu söyledim. Ortaya sunacak bir reçete olmaması en azından tercih edilebilir bir reçetenin olmaması bu toplumsal hastalığı ortadan kaldırmanın önündeki en büyük engel. Çağın vebası Kapitalizm, tüm pisliğiyle birlikte yok edilmeli diye düşünüyorum.
Tüm yukarıda yazılanlara bir örnek vererek bir durumun nasıl tüketildiği anlatabiliriz.
Bugün 13 Mart 2012...
Bugün Sivas'ta yaşanan 33 devrimci aydın, 2 otel personeli ve 2 katliam ortağı toplam 37 kişinin yanarak can verdiği Sivas Katliamı davasının zaman aşımı sebebiyle düşürülmesi olayına tanık olduk. Daha önce birçok adaletsizliğe daha tanıklık ettik. Yaşadığımız çağın olağanlaşmış suçlarından bazılarıydı bunlar. Kitlesel tecavüz, Kadın cinayetleri, Katliam olayları, Adam öldürme, İnsan yakma gibi bir çok suç hatta insanlık suçu Türkiye yargısı tarafından zaman aşımı ya da görevsizlik gibi maskelerle maskelenerek aklanıldı.
Tarihe not düşüyoruz...
Bugün 37 kişinin yakılarak öldürülmesi davasının düştüğü gün. Ben bu durum karşısında bir damla dahi şaşkınlık içerisinde değilim. Çünkü daha önce, Maraş katliamı ve Çorum katliamı gibi olaylarda da aynı sonuç yaşanmıştı. F Tipi Hapishanelere geçiş için girişilen "Hayata Dönüş Operasyonu" sonucu onlarca devrimci mahkumun öldürülmesi olayı da benzer bir sonuçla sonuçlanmıştı. Küçük uygulayıcılar kısmi cezalar alsa da katliamları yaptıranlar hep aklandı. Aklanan bu katliamcılar ise ya terfi ettirildi ya da daha önemli katliamların yapılması için devlet tarafından fedai olarak kullanılmaya devam etti. Şimdi benzer bir durumla karşı karşıyayız. Geçmişte yaşanan bu deneyimler bugün yaşananların göstergesi olmak için yaşanmış sanki. O gün yaşananlar için adalet bulamayanlar bugün neden adalet bekliyor bir türlü anlamıyorum.
...
Şimdi yaşanacak en acı şey ise bu durumun da diğerleri gibi bir eylem takviminin parçası olmaktan öteye gidemeyecek olmasıdır. Sanallaşan tepkiler çığ gibi büyüyecek ama hiçbir zaman bir Tahrir meydanı benzeri eyleme dönüşemeyecek. Çünkü sanal alemde sürekli deneyimlenecek, sürekli tüketilecek ve insanların öfkelerinin körelmesine yol açacak. Bu da eylem takvimlerinin bir gün daha kazanmasına yarayacak ancak. Bunun karşısına geçmemiz gerekiyor. Bunu da tüketim çılgınlığını, bu durum tüketimini, bu trajediyi engelleyerek yapabiliriz diye düşünüyorum. Tek veya iki boyutlu sanal dünyadan çıkıp gerçeğin ta kendisiyle yüzleşerek ancak bundan kurtulabilir, bu adaletsizliği ortadan kaldırabiliriz. İnsanların bu acıyı, bu adaletsizliği tüketmesine izin vermeyelim. Çünkü bizden sonra yaşayacak nesiller bizim deneyimlerimizle haberdar olacaklar tüm bunlardan. Biz bu deneyimi nasıl algılarsak onlar da öyle algılayacaklar.