Varolmanın dayaılmaz hafifliğinin yanına eklenilebilecek en güzel şey "sıradan olmanın dayanılmaz dayanılmazlığı"dır.
Sıradan olmanın dayanılmaaz yönü ise karmaşık olmaya alternatif olmasından değil, yıllarca içimize işleyen ya da işletilen kibir olsa gerek. Toplumumuzda Batılılaşma'nın başladığı Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinden itibaren görülmeye başlanılan bu kibir, bu yabancılaşma batılılaşma sürecinde batıyı taktit etmeye çalışmaktan ileri gelmektedir. Daha öncesinde Batı toplumuna yabancı olmak ya da ona kibirle yaklaşmak Osmanlı'nın sarsılmaz ve tartışılmaz siyasi, askeri ve diğer alanlardaki üstünlüğüne dayanmaktaydı. Bunun en çarpıcı örneğini Kanuni Sultan Süleyman'nın Fransa kralı Fransuva'ya yazdığı tarihi mektupta görüyoruz. Kendine (haklı ya da haksız) sıfat bulmakta zorlanmayan Kanuni, Fransuva'dan Fransa valisi olarak söz ediyordu. Padişah, karşısında her kim olursa olsun ondan yüksek bir yerde oturur ve sembolik olarak üstünlüğünü hissettirirdi. Dediğimiz gibi bunun sebebi askeri ve siyasi üstünlüğünün tartışılmaz oluşundaydı.
Ne zaman ki teknik bakımdan Avrupa'nın gerisine düşmeye başladı, bunun askeri ve siyasi alandaki yansımaları da kısa sürede kendini gösterdi. Osmanlı artık savaş kaybeden, toprak kaybeden, geliri düşen ve diğer alanlarda da zarar eden taraf oluyordu. Ekonomisi yeni kıta Amerika'dan getirtilen altınlardan ötürü değer kaybedeb altından ötürü yerlebir oluyordu. Bu durumları bir süre sonra farkeden padişahlar oldu. Askeri geriliğin sebebinin teknik gerilikten kaynaklandığını düşünen bu adamların fkirlerinin altında fetihe dayalı bir ekonominin izlerini görebiliriz. Askeri teknikte iyileşme fetihleri arttıracak bu da hazineyi dolduracaktır. Sanayi üretimi olmayan, feodal bir yapıdan söz ettiğimizi de gö önünde tutmakta fayda var.
Bu sayede batılılaşmanın ilk adımları atılmaya başlandı. Avrupa'ya ilk defa daimi elçilikler kurularak oranın üstünlüğü açıkça kabul ediliyordu. Bunun sonucu olarak Batı'da elçilik yapan ailelerin oralardaki düşüncelerden ve yaşam içimlerinden etkilenmemeleri olanaksızdır. Kimileri kendi kültürüne açıkça daha sıkı bağlanmış, kimileri de Avrupa'ya gönderilen öğrenciler ve Ahmet Cevdet Paşa'lar gibi kendi toplumunu eleştirir olmuştur. Bu eleştirilerin amacı ise neredeyse tamamen "devletin bekası ve imparatorluğun devamı" içindi. İlber Ortaylı'nın da belirttiği gibi Tanzimat aydınının genel karakteristiği budur. Yapılan tartışmalar bu çerçevede şekillenmiştir hep. Jön-Türk'lerde dahi bunun yansımasını görebiliriz.
Ama kimi tartışmalar bu dönemde aşağılanan halk kesimlerinin varlığının farkına varmamıza yardımcı oluyor. İlk defa Tanzimat sonrası dönemde kadın-erkek ilişkileri, kadının tolumdaki yeri ve önemi gibi konularda tartışmalara başlanmıştır. Daha önceki dönemlerde Osmanlı toplumunda "ideal devlet" ve "ideal toplum"a ulaşmanın yolları "ahlak" kitaplarında gösterilirdi. Bu kitaplarda ev içi ve ev dışı ilişkilerin düzenlenmesine de önem verilirdi. Ama bunlar dediğimiz gibi "ideal" olana ulaşma yollarını gösteren temel metinlerdi.
Batılılaşma çağının aktörlerinden olan Batıcı aydınların bir kısmı (ezici bir çoğunluğu) Avrupa toplumunun yaşam biçimini açık bir şekilde Osmanlı toplumuna tercih ederken, toplumun değer yargılarına da amansızca sardırmaktaydı. Kişisel olarak bu saldırıların bir çoğuna katılmakta ve desteklemekteyiz, yaklaşık 150 yıl sonra dahi olsa. kadının toplumdaki yerine bakıldığında çok eşli evliliğin yaşandığı fakat yaygın olmadığı bir düzenen denk geliyoruz. kadın evinin sultanıdır, ama yanında erkek olmadan başka erkeklerin karşısına çıkamamaktadır. Bir nevi "harem"dir. Ve tartışmalar da bu haremin kalıcılığı ve kaldırılması üzerine değil, Avrupa toplumuna kendini iyi tanıtmanın bir aracı haline gelmektedir. Fatma Aliye Hanım, ilk defa bir erkekle gazete üzerinden tartışma cesareti ve onurunu gösteren kadın olarak tarihe geçecektir bu dönemde.
Avrupa'lı seyyahları kendi evinde ağırlayıp onlara Osmanlı toplumunun kendince iyi yönlerini anlatmaya çalışır. Köleliğin olmadığına, Cariye (kadın köle) lerin sanıldığının aksine bir çok hakkının olduğu, çok eşli evliliğin sanıldığının aksine yaygın olmadığını etraflıca anlatır.
Bu dönemin bazı aydınları da Batı hayranlığını açıkça ifade ediyor ve Batı tarzı bir yaşam hayali kuruyordu. Dönemin edebiyatına bu durum, batı tarzı bir aile prototipiyle yansıyacaktır. Anne, baba ve biri erkek biri kız iki çocuktan oluşan sanayi tipi çekirdek aile modeli.
Yine aydınlarımızın bir kısmı milliyetçilikten etkilenmiş ve Batı'da var olan toplumsal tüm iyi yönlerin Türk'lerin geçmişten beri yaşadığına inanmışlardır. Bunla Orta Asya'da feminizmin çoık eskilerden var olduğunu, çekirdek aile tipinin yine eski Türklerden beri yaygın olduğunu, çokeşli evliliğin yine Türk toplumlarında bulunmadığına inanır durulardı. Ama yine bu kesim Cumhuriyete giden süreçte, Meşrutiyet dönemi dahil çıkan bütün önemli yasalarda büyük önem taşımışlardır.
Bunların dışında İslamcı akımın temsilcileri bulunmaktaydı. Mehmet Akif Ersoy gibi muhafazakar aydınların yanında, Musa Kazım gibi fundamentalist islamcılar da bulunmaktaydı. Dolayısıyla tektip bir düşünceden söz edilemese de temelde mevcut durumun korunması fikri ağır basmaktadır. Kadının tesettürü, toplum içindeki yeri tartışma ve makalelere yöen veriyordu. Ve İslamcılar tesettürü savunurken, kadının iş hayatına dahil olmasına, onun toplumda serbest dolaşan bir birey olmasına da kar çıkıyorlardı.
Buraya kadar ana konudan biraz sapsak da sonrasında anlatacaklarımızın temelini oluşturduğu için önemli bir giriş olduğu kanısındayız.
Burada yukarıda bahsettiğimiz "sıradanlığın dayanılmaz dayanılmazlığın" karşısında olan figür Batılı hayranı aydın kesimdir. Bunlar toplumlarına yukarıdan ve dışarıdan bakan kesimler olarak ondan oldukça uzaklaşmışlardır. Bu dönemde Sosyalist bir hareketten söz edilemeyeceği için konu dışında tutuldu. tartışmalar tamamen Batı tipi kafe ve abrları olduğu ana cadde kültürünü yani Modern Batı Kültürünü göklere çıkarmakta, Osmanlı toplumunu ise çürümüş göstermektedir. Bu kesim daha sonra Jön-Türkler vasıtasıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde var olacak ve Cumhuriyetin kurucu unsurlarına fikren etki edeceklerdir. Bunun izlerini ise benim deyişimle zorunlu "Batı Tiplileşme" hareketlerinde, yani "şapka devrimi" gibi Atatürk devrimlerinde göreceğiz.
Herşeyiyle Batı'nın referans alındığı bu süreçte, hukuk metinleri Avrupa'dan alınmakta, bir Avrupai toplum yaratılmak istenmekteydi. Bunun bir göstergesi olarak saltanata son veriliyor, Milli Cumhuriyet ilan ediliyordu. Kısacası Modernizmin etkisi altında olan bütün toplumlarda görünen üstten ya da tepeden inme devrim süreçleri yaşanmaktaydı. Kadın ile ilgili tartışmalar sonrasında Jön-Türkler'in Batıcı unsurlarının etkisiyle kadına seçme ve seçilme hakkı tanınıyordu. Avrupa toplumunda dişe dişe kazanılan kadın hakları bizin toplumumuzda devletin bir lutfu olarak kaşımıza çıkıyordu. Nesnel zeminden uzak dolayısıyla halkın gündeminden kopuk cereyan eden bu yasalar dolayısıyla çabuk ya da başarıyla hazmedilemedi. İlk fırsatta dini içerikli ayaklanmaların çıkması bunun göstergesi sayılabilir. Hatta kuruluşunun üzerinden 90 yıl geçmesine rağmen tek parti rejiminin aldığı kararlar ve devrim girişimleri halkın tamamını bırakın yarısına kadar bile yansımamıştır. Fes yerine şapka giyme zorunluluğu açık bir şekilde geriliğin sebeplerinin Avrupai olmayan yaşam biçiminde arandığının ve dolayısıyla bir yanılsamanın yaşandığının göstergesidir.
Bunun gibi örnekler çoğaltılabilir, ancak bilmek gerekir ki kendi toplumuna ve kültürüne yabancılaşmış bir yönetim kadrosunun kibiri günümüzde hala yansımalarını bulmaktadır. Giyim kuşamın Avrupaileştirilmesi ile toplumsal ilerleme sağlanamayacağı açık olsa da dönemsel tartışmalar güncelliğini korumakta. Hala kamusal alanda Türban giyinilip giyinilemeyeceğini tartışıyoruz. kamusal alanın ne olduğunu dahi bu süreçte adam akıllı ortaya koyan birileri çıkmamıştır. Batının ilmini alıp, kültürel değerlerine sahip çıkan Rus modernleşmesine baktığımızda gelinen noktada katbekat ileri bir toplum gözlemliyoruz. Bizim Modernleşme çabalarımızda pratikte Batı hayranları galip gelirken, Rus modernleşmesinde Dostoyevski'nin de dahil olduğu "özsel" yapı galip olmuştur. İnsanlar özlerinden kopmamışlardır, aydınlar halkın sorunlarına kulak tıkayıp kendi romantik özlemlerinin peşine düşemişler, Batı tarzı bir toplum özlemi düşünün peşine düşmüşlerse dahi yenilmişlerdir.
Bugün geldiğimiz noktaya baktığımızda hala benzer kibirli duruşu sergileyen kesimlerin varlığını sürdürdüğünü görüyoruz. Kemalist kesim halktan kopmuş kendi elit yaşamını halka dayatmıştır. Birçok alanda devrimci rol üstlenmiş olsalar da bu tarihi kavgayı "özcü" muhafazakarlar kazanmışa benziyor. tarihsel arkaplanını kısmen ve eksiklerle dolu olarak sunmaya çalıştığım" kibirli" aydın zümremizin davranış kalıpları doğallığında dışlayıcı ve parçalayıcı bir görüntü çizmektedir. Bu onun tarihsel rolünden kaynaklanmaktadır. Küçük burjuva aydın kesim İbn-i Haldun'un "asabiyet" teorisini doğrularcasına yerini bir başka "asabiyete" bırakmak üzere.
Buraya neden geldim? Bu yazıyı neden yazdım?'a gelmem gerekirse, amacım olduğunu söyleyemem. Ancak şu bir gerçek ki Kemalizm'e sirayet eden "kibirli" aydın tutum onun etkisiyle ve eğitim sistemi aracıyla toplumun neredeyse tamamına yansımış bulunuyor. Toplumsal olarak hep "öteki" yaratan bu tutum, Türk'e karşı Kürt'ü, Sünni'ye karşı Alevi'yi vb. ötekileştirmiştir. Bu tekçi anlayış yeni asabiyette de varlığını sürdürmektedir. Onlarda "ezilmiş olmanın dayanılmaz intikamı" gibi bir anlayışı doğurduğunu görebiliriz. Ve iktidarı ele geçirir geçirmez kendini ötekileştireni ötekileştirmekle işe başlamıştır.
Bu "kibir" durumu iktidarın karakteri olmuş durumdadır. Dolayısıyla iktidarı belirleyen seömen de iktidar'a ayak uydururcasına kibirlenmektedir. Ben buna karşı, bu dışlayısı tavra karşı her iki kesime de eleştiri sunmak amacıyla beki de, bir resleks olarak bu yazıyı yazdım. Seçimlerde boykot edişimi anlamayan sevgili çevreme ve boykot edişimden derin anlamlar çıkaran boykot karşıtı dostlarıma ince bir sitem olur belki.
İşte bu sebeple, girişte kullandığım tümceyi kullanmış bulunuyorum. "Varolmanın dayaılmaz hafifliğinin yanına eklenilebilecek en güzel şey "sıradan olmanın dayanılmaz dayanılmazlığı"dır." Çünkü sıradan olmak kibir denilen aşağılayıcı ve ötekileştirici tutumdan sakınmak demektir. Ben bu sebeple kendimi herhangi bir düşünce kalıbına sığdıramadan, kendisine "rahatsız" demekle yetinen ve sıradan olmanın en büyük erdem olduğunu düşünen insanların arasında görüyorum. Onları ortalıkta pek göremesem de var olduklarını biliyorum...