Dostum dostum,
güzel dostum
güzel dostum
bu ne beter çizgidir bu
bu ne çıldırtan denge
yaprak döker bir yanımız
bir yanımız bahar bahçe
...
...
Yukarıdaki dizeler Hasan Hüseyin Korkmazgil tarafından yazıldı ve Ahmet Kaya tarafından bestelendi. Biri “Sol” geleneğin en önemli kültürel değerlerinden biri, ötekisi yine “sol” geleneğin son yıllarda içerisinden çıkarttığı en önemli sanatçı denilebilir. Her ikisine de güzellemelerde bulunmayacağımı belirtmek isterim. Yalnız yukarıdaki dizelerin ilk okuyuş ve dinleyiş anından itibaren insanda bıraktığı derin izi vurgulamadan geçmek gerçekten ayıp olacaktır. Şarkı ve şiiri sevene de sevmeyene de saygı duymakla birlikte, insan yaşamını ve Türkiye'deki yaşam koşullarını en iyi ifade eden söz öbekleriyle muhattap olduğumuzu da belirtmeliyim. Bu da yine yukarıdaki düşünceler gibi, benim kişisel düşüncelerim.
Gerçekten de nasıl bir çizgi bu? Nasıl bir ülkede ve toplumda yaşıyoruz? Bu sorular çoğaltılabileceği gibi bunlara verilecek cevaplar çoktan seçmeli olamayacak kadar tek düze maalesef.
Neredeyse bir iç savaş ortamında yaşıyoruz ve muhattap olduğumuz tüm hukuki süreçler savaş dönemlerinin ve totaliter rejimlerin hatırlatıcısı konumundan öteye gidemiyor. “Sözde” kelimesini bugüne değin “Ermeni” ya da “Kürt- Kürdistan” kelimeleriyle yanyana duyduk ve bu ancak resmi ideolojinin bir dayatması olarak karşımıza çıktı. Toplumun bir kesimi (azımsanamayacak kadar çoğalmış durumdalar) tarafından benimsenen ve neredeyse adam öldürme sebebi olacak raddeye varan bu niteleme, aslında en çok kendisini kullanmakta ısrar edenleri niteleme noktasında işlevsel bir hal alacaktır. Ağızlara pelesenk edilmiş haliyle “demokrasi” kelimesine en çok yakışan niteleme sıfat bu “sözde” kelimesi olacaktır. Sebebi çok basit, sözde bir demkrasiyle muhattap ediliyoruz da ondan.
AKP hükümetinin her fırsatta üzerini örtmeye çalıştıkları iki yüzlülüklerini en açık ifade eden şey bu olacaktır. Kürt meselesinde sürekli vaatlerde bulunup yalnızca sisteme dahil edebildikleri, ehlileştirdikleri Kürtlere demokratik yüzlerini gösteren AKP bürokratları ve onların elinden geçen Anayasayı uygulayan hukuk adamları iş muhalif olanlara geldiğinde şiddetin en alasını uygulamaktan geri durmuyorlar. İş şiddet meselesi olmasa da bu yaşanan sürecin görünen yüzünü oluşturduğu için önemli benim açımdan. İşin daha da derininde bir “tecrit” politikasının yatması ise en acı tarafı. Bu politika gereği, istediklerini yaptırabildikleri muhalif kanalları muhafaza edip, koruyup, kollayıp, muhalefet alanında uzlaşmayanların dışlandığı, ezildiği, şiddete maruz kaldığı bir ortamla karşı karşıya kalıyoruz. Burada şiddet hem fiziksel hem de psikolojik olarak çift taraflı olarak yürütüldüğü için “tecrit” politikasının direkt şiddetten daha kapsamlı bir saldırı olduğu açık. Bu yöntemle muhalefet kanallarının halk ile buluşması engellenmek istenmekte, kitlelerden kopan hareketlerin marjinalleştirilip yalnızlaştırılması amacı güdülmektedir. Yeni olmayan bu yönten uzun süredir Türkiye'de devlet atrafından uygulanmaktaydı. F tipi hapishaneler saldırılarıyla en ağır ve travmatik hamlesini gerçekleştiren devlet erki onlarca insan hayatına mal olmasına karşın, henüz tam anlamıyla tecrit politikasında başarıya ulaşmış sayılmaz. Ölüm orucu direnişleri bu saldırıları gündemde tutarak unutulmasını engellemiş ve halkın tecrit politikalarından haberdar olmalarını sağlamıştır. Ancak ne hükümet ne de iktidarın geri kalan parçaları tecrit uygulamasından vazgeçmek niyetinde değiller. Kürt sorununda silahlı yöntemlerin tecrit edilmeye çalışılması ile Kürt siyasal mücadelesinin önüne set vurmak niyetinde oldukları açık. Bunlar başka yazılarda uzunca üzerinde durulacak konular olduğu için daha fazla üzerinde durmayacağım.
Asıl üzerinde durulması gereken meselenin “tecrit” politikası ve bunun vatandaş ile arasındaki ilişki olduğu fikrindeyim. Örgütlü mücadele yürüten insanların karşılaştıkları sorunlar “örgüte katılmasaymış!” tarzı tepkilerle görmezden gelinse de vatandaşın birebir tecrübe ettiği yöntemler onlar açısından daha öğretici olmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse, şehirlerin varoşlarında yaşayan gariban vatandaşların evlerinin yıkılması ve şehir dışına yapılan yeni yerleşimlere gönderilmeleri önemli bir örnektir. Edirne'deki Roman'ların şehrin dışına nasıl itildiklerini hatta atıldıklarını hepimiz izledik, gördük. İstanbul içinde yaşanan yıkımlar ve oralarda yaşayanların da yine şehrin dışına itildiklerini biliyoruz. Barınma sorunu odaklı bu tecrit politikasıyla insanlar sıcak ve birebir ilişki kurabildikleri mahallelerinden koparılıp soğuk apartman ilişkilerinin kucağına itiliyorlar. Bu sayede oluşabilecek bir örgütlenmenin uzun vadede önüne geçildiğini düşünebiliriz. Aynı apartmanda yıllarda oturup komşusunu tanımayan milyonlarca insandan söz edilebilir bu noktada. Komplo teorilerini andırsa da bunun büyük bir planın parçası olduğunu düşünmememiz için hiçbir gerekçe yok.
Bir dönem üniversite öğrencilerinin halktan tecrit edilmeye çalışıldığına şahit olduk. Öğrenci deyince insanlar güvenilmez birinden söz ediliyormuş gibi davranıyorlar ve Öğrenci faaliyetlerinden uzak tutuluyorlardı. Öğrenci evleri (özellikle muhalif olduğun biliniyorsa) birer örgüt evi muamelesi görüyor öğrenciler ev bulmakta zorlanıyorlardı. Hala daha muhalif kimliğinizi açığa vurarak ev bulmakta büyük zorluklar yaşarsınız, gizlemek zorunda kalabilirsiniz. Öğrencilerin bütün hak arama gösterileri terörize edilerek adeta polis şiddeti meşrulaştırılmaya çalışıldı. 1 Mayıs eylemlerine katılan biri olarak, yaşanan şiddetin birebir tanığı olan biri olarak söyleyebilirim ki o şiddet görüntüleri (polis şiddeti) kolay kolay unutulacak cinsten değildi. Ama burası nasıl bir çelişkiyse kendini (nasıl yaptığını anlamadığım bir şekilde) Avrupa devletlerinin demokrasi kriterleriyle yarıştıran bir hükümetin egemen olduğu ülke aynı zamanda. İşte bu noktada “sözde” nitelemesinin ne denli oturduğunu görebiliriz.
En ufak hak arama girişiminde bütün hukuk yolları kilitlenmekte ve kolluk kuvvetlerinin şiddetli müdahalesi devreye girmektedir. İnsan hayatı bu durumlarda “devletin bekası” gereği görmezden geliniyor, ölümler yalnızca birer istatistiki veri halinden öteye geçemiyor maalesef. “Sözde” milliyetçi birinden bir askerin ölümüyle sonuçlanan PKK eylemi sonrasında “neyse ki 1 kişi ölmüş” lafını duyduktan sonra bunun tescili için fazla veriye ihtiyacımız olacağını sanmıyorum.
İnsan hayatı maalesef önemsiz bir mevzu artık. İnsanlığını kaybeden bir toplumun nasıl çıldırtan bir denge üzerine kurulduğunu ve nasıl beter bir çizgi üzerinde hareket ettiğini her geçen gün daha derinden hissediyoruz. İnsanlarımız içi boş birer et yığını halinde etrafta dolanmaktalar. Öyle ya, hayat hakkında fikir üretmeyen, olaylar karşısında refleks geliştiremeyen et yığınına insan demek mümkün mü? Ancak bir çelişki var ki aslında trajikomik bir mevzu. Hayvan hakları savunucuları bir dönem (özellikle bu yaz) gündemden düşmediler. Taksim'de stand açtıklarında hayvanlara uygulanan işkenceleri ve insanlık dışı davranışları haykırıyorlardı. Onlar da nasıl bir insanlık aşınmasına uğramışlarsa artık, yanı başlarında bulunan “TAYAD'lı Aileler” standına bir kez dahi uğramamışlardı. İnsana işkence ve kötü muamele serbest kalsın demiyorlardı ama buna sessiz kalmayı tercih ediyorlardı. İnsan haycandan daha değersiz görülür hale gelmiş sanırım artık. Hoş bazı durumlarda hayvanlar insanlardan daha yakın ve insani geliyor ve insandan daha yakın dost olabiliyor ama mevzubahis insanlar o tarz insanlarla karşılaştırılamayacak kadar insani değerleri yücelten insanlardır, bunu da belirtmek gerek. İnsan denilen yaşam formundan daha ileri bir adım beklemeden edemiyor insan. Yine de aşağılamak gibi bir hataya düşmemek gerektiğini biliyorum.
Devrimcilerin toplumdan tecrit edilmesinin belki de güzel bir örneğiydi bu. Siyasi bir suçu varsa (düşünce suçlusu olsa dahil) eğer onun hakkını savunmak tehlikeli bir durumdur, uzat durmak gerekir fikrinden başkası değil bu. Bu da “tecrit”ten başkası değil.
Bu yazıyı Cemal Süreya'nın bir şiiriyle bitirmek istiyorum. Sevgili “sözde” demokrat özde Faşistlerimiz bu şiir sizler için yazılmış ve tarafımdan yazıya eklenmiştir.
...
Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
anamız çay demliyor ya güzel günlere
sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
bu, böyle gidecek demek değil bu işler
biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.”1
sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
anamız çay demliyor ya güzel günlere
sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
bu, böyle gidecek demek değil bu işler
biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.”1
...
1Cemal Süreya'nın “555 K” isimli şiirinden alıntıdır. Şiirin tamamına erişmek için : http://saimbalkaya.blogspot.com/2011/05/biz-simdi-alcak-sesle-konusuyoruz-ya.html
Bu yazı şu adreste yayımlanmıştır: http://www.kronikmuhalif.com/default.asp?m_id=6&c_id=8081&title=S%F6zde%20demokrasi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder