7 Ekim 2011 Cuma

Dershane sistemine bir eleştiri



Antalya’da yaşayan 25 yaşındaki genç öğretmen adayı arkadaşımızın yaşadığı apartmanın 4. katındaki dairelerinin balkonundan “bunca yıl 300 lira için mi okudum!” diyerek kendisini boşluğa bırakarak yaşamına son verdiği zamanların üzerinden fazla bir süre geçmiş değil. Aynı zamanları yaşıyoruz diyebiliriz hâlâ.

Niyetim bir genç insanın ölümünü konu edinip dramatik bir yazı kaleme almak değil. Ama “giriş” niyetine yazılan şu mısraları yazarken dahi “içimde ölen biri” varmış gibi yazmakta zorlandığımı söylemem gerekiyor. Haberi ilk okuduğumda, yakın zamanda bir dershane ile görüşmeye gitmiş ve benzer bir durumla ben de karşılaşmıştım. Tarih bölümü mezunu olan bana sunulan teklif, “Tarih ve Coğrafya derslerine gireceksin, bir de Sosyal Bilgiler dersini vereceksin” şeklinde interdisipliner bir nitelikteydi. Teklifi ilk duyduğumda kulaklarıma inanamadığımı söylemeliyim... Okulda geçirdiğim süre içerisinde özellikle interdisipliner bir karakterin benimsenmesiyle toplumların tarihinin daha ayrıntılı ve gerçeğe yakın anlaşılabileceğine dair olan inancım artmıştı ve bu teklif ile aklımda yer edinen bu fikirlerin iş alanında nasıl trajikomik bir şekilde karşıma çıktığını görünce şaşkınlığımın yanında karşımdaki pişkinliğin derecesine de şaşırmıştım. Zira karşımdaki dershane sahibi, nam-ı diğer “düzenbaz” bu çalışma koşullarının yanında bir de sigortasız çalışacağımı muştuladı. Ha, 400 TL aylıkla çalışacağımı da ekledi fazla zaman geçirmeden. 

İlk gün, teklif edilen çalışma koşullarının ve aklımdaki interdisipliner yaklaşımın birbiriyle olan bağını ve etik anlamdaki farklılıklarını düşünmekle ve kesin bir cevap vermeden geçti. Mezun olmadan önce fazla mı hayal kurmuştum yoksa?! Fazla uzatmadan vardığım sonucu paylaşayım istiyorum: dershane sistemi (stajyerlik maskesi altında) öğretmenlik mesleğinin onurunu ayaklar altına alan bir kimliğe sahiptir. Dershane sahibine de“teklifiniz sadece bana değil, aynı zamanda ‘öğretmen’ adayı olan ve öğretmenlik mesleğini icra eden herkese yapılan bir hakarettir, öğretmenlik mesleğinin onurunu ayaklar altına alan ve onu lekeleyen bir tekliftir, bu sebeple teklifinizi reddediyorum” diyerek mekândan uzaklaştım.

Neden bu sonuca vardığıma gelirsek; öncelikle taze mezunları 2 yıl stajyer öğretmen adı altında, ucuza ve güvencesiz çalıştırarak onları, eğitimin parayla alınıp satılan bir meta olduğuna ikna ettiği için. Daha sonra eğitimin metalaştırılmasına paralel olarak yetkin olmayan (felsefi anamda) insanların sırf sömürüye ayak uydurdukları için “öğretmen”sıfatıyla ortalıkta dolanmasına, dolayısıyla bir “öğretmen enflasyonuna” ve mesleğin içinin boşaltılmasına ya da başka bir deyişle “mesleki deflasyona” ve aşınmaya yol açtığı için... Bunların yanında her yıl artan oranda mezun veren bölümlerin seri üretime geçmiş bir fabrikayı andırdığını düşünürsek, piyasaya sürülen işsiz öğretmen (adayı) sayısının sürekli artacağını (ve arttığını) söyleyebiliriz. Bunun yol açtığı şey ise bir yandan dershane sahiplerinin ahlaki kriterleri hiçe sayan tekliflerinin giderek daha acımasız ve gayri ahlaki olması, bir yandan giderek artan oranda yedek iş gücü (bunu “öğretmen enflasyonu”olarak adlandıralım)  ve bunun da yol açacağı şey ise yukarıda özetlemeye çalıştığım“mesleki aşınma” ve “mesleki deflasyon” dur.

Devlet ve ilgili bakanlıkları özellikle bu süreci körükleyerek (daha fazla üniversite açarak, daha fazla üniversite mezunu işsiz yaratarak) dershane sistemini ayakta tutarken, aynı zamanda mevcut eğitim sistemini de dershane sistemine angaje etmenin telaşında gibiler. Daha ilköğretimden sonra dershaneye verilmeye başlanıyor artık öğrenciler. Artan öğretmen ihtiyacı da taze mezun adaylardan “stajyer” adı altında sağlanıyor. Tam bir rezalet...

Öğretmenlik mesleği (bana göre asla bir sektör anlamında değil tamamen idealist bir talep-talip ilişkisi ifade edilmek isteniyor) devlet eliyle yürütüldüğünde çalışana memur denilmekte fakat özel sermaye dershanelerinde çalışanlara artı bir sıfat kazandırmamakta. Bu da aslında ne kadar güvencesiz bir seçim olduğunun ifadesi olmalı. “Biraz dişini sık, iki sene çalış hele daha sonra bak nasıl refaha kavuşacaksın. Özel ders bile verirsin” şeklinde başlayıp aynı minvalde devam eden çok sayıda cümle duyan biri olarak bu cümleyi kuran her bir bireyin “insani değerlerinden” şüphe duyduğumu da belirtmek istiyorum.

Yukarıdan aşağıya bu yazıyı okuma zahmetinde bulunan herkes bir de aşağıdan yukarıya okursa şunu görmeden edemeyecektir: “Bu sorun sistem sorunudur!”. Ortada insani olmayan piyasa koşullarının (buna isterseniz neo-liberal politikalar diyelim, (eskisinden farkı neyse?)) pençesine terk edilmiş bir eğitim sistemi söz konusu. Bir komplo teorisi olarak dershane sisteminin, resmi eğitim sisteminin niteliksizleşmesinden büyük rantlar elde ettiğini ve bu niteliksizleşmeyi teşvik ettiğini; hatta bunun en önemli sebebi olduğunu, başka bir deyişle bu sorunun hem sebebi hem de sonucu olduğunu iddia edebiliriz. Paradoksal bir denklem olan bu durumun kısa vadede bir çözümü olmasa da uzun vadede bir reform ile çözüme kavuşturulacağını düşündüğümü de eklemem gerekiyor. Bu reformu yapacak yiğitlik de ne mevcut hükümette ne de ona rakip muhalefet odaklarında mevcut gibi görünmüyor.

Şimdi ne yaptığımı merak eden arkadaşlar olabilir belki (etmeyenlerin çoğunlukta olduğunu bilsem de), onlar için kısa bir açıklama ekleyip daha sonra konuyu toparlayayım. Üniversiteden mezun olduktan sonra “bir deneyeyim” diye dershane kapısını aşındıran biri olarak geleceğimin orada olmadığını da görmüş bulunmaktayım. 400 TL aylık ücretle 3 ayrı branşta ders okutması istenen ben, şu an alakasız bir meslek grubunda faaliyet göstermekteyim. 650 TL aylık ücret ve bahşiş ile ortalama 900-1000 TL kazanacağım vaat edilen garsonluk mesleğini icra ediyorum. Günde 12 saat çalışmam istense de, doğallığında yapmam gereken meslek dalıyla karşılaştırılınca daha cazip geldiği açık. Hele bir de öğrenciyken “kredi” aldıysanız ve geri ödemesi gelmişse bu işin altın değerinde bir fırsat gibi geldiğini söylemem gerek. Ne kadar trajikomik değil mi? Yıllarca eğitim al, bin bir zorlukla karşılaş ve bir sürü sıkıntıyla mezun ol; işsiz kalman yetmezmiş gibi bulduğun işlerde de sömürünün en derinini yaşa. İlk iş deneyimine bu şekilde başlayan insanların hayatlarının devamında tepkisel yaklaşmalarını beklemek biraz garip kaçıyor sanırım. Aldığım eğitimin karşılığını kesinlikle piyasa ekonomisinin bir yansıması olan dershane sistemi içerisinde alamayacağımı biliyorum, bir yüksek eğitim kurumunda aşamalı olarak yükselme (akademik kariyer) hedeflerimin ise ne kadar taze kalacağını şimdiden kestirmek zor. Her ne kadar bu çiçeği sürekli besleyip canlı tutmaya çalışsam da hayatın soğuk yüzü, kıran girmişçesine bütün beklenti ve hayallerimizi soldurmaya çalışıyor. Burası Türkiye ve burada herkes herkes olabiliyor, ne de olsa namı diğer “Küçük Amerika”... Biz aklımızı ve kafamızı kullanamadığımız için başarısız oluyoruz.  Başarısız olduğumuz doğru aslında. Kendi adıma konuşmam gerekirse (ki gerekir) piyasa ekonomisinin egemen olduğu şehir merkezlerinde yaşamak için gerekli beceriden ya da beceriksizlikten yoksunum sanırım. Bu sebeple birçok alanda becerikli olduğumuzu düşünsem de bu ahlaki erozyona tahammül edemediğimiz ve ona ayak uyduramadığımız için gerçekten bizler başarısız oluyoruz.

Kimseye benim gibi yapın demiyorum, diyemem de... İnsan tecrübeleri, öncelikleri ve meselelerin yakıcılıkları bu derece farklıyken tep tip bir tepki ortaya koymanın hayal ürünü olacağının farkındayım. Ama işsiz öğretmen adaylarının, işsiz işçi adaylarından hiçbir farkı olmadığını, bir sektörü ayakta tutacak yedek iş gücü olduklarını ve mevcut çalışma koşullarından rahatsız oldukları halde işsiz adayların çokluğundan ötürü işini kaybetme korkusuyla sessiz kalan çoğunluğun sesini bastıran en önemli etmen olduklarının bilincinde olmalarını dileyebilirim kendilerinden.

Ceyda Cansu Denker (25) isimli arkadaşımızın trajik ölümü kaç kişide travmatik bir acı hissi yarattı bilemem; ama benim dershaneden aldığım teklifi reddetmemin en önemli sebebi olduğunu söyleyebilirim. Kendisi belki de apolitik gençlik kervanının bir üyesiydi ve hatta politik tavır alan statüdaşlarıyla siyasi-politik karşıtlık içerisinde dahi olabilirdi; onu önemli kılan şey her şeyden öte “insanca yaşamak” için aldığı eğitimin karşılığının piyasa koşullarınca belirlenemeyecek kadar değerli olduğun altını çizmesiydi. Eğitimin ticarileşmesi, yukarıda ifade etmeye çalıştığım bazı kavramları doğurmakla birlikte, bu arkadaşımızda olduğu gibi travmatik sonuçlara da yol açmaktadır. Devlet bu ayıbıyla yüzleşmek ve yurttaşlarına insanca yaşamanın kanallarını açmak zorundadır. Bunu isteyerek ve severek yapmayacağı çok açık. Çünkü, yukarıda da özetlediğimi sanıyorum, dershane sistemi, resmi eğitim sisteminin tamamlayıcısı vazifesi görmekte, hem eğitim sistemindeki bozukluğun sebebi hem de sonucu olmaktadır. Acaba kaç okul müdürünün dershane bağlantıları var? Ya da öğretmenlerin?!. Yukarıda birileri el sıkışmış da aşağıdakiler bundan habersiz kendileri hakkında verilen fermanı uygulamaktalar sanki...

Bu gibi olayların sıkça yaşanmasını istemiyorsak elimizin taşın altında ezilebilme ihtimalini göze almalıyız. Acı çekmek, eğer mutlu bir yarın için isteyerek ve bilerek yani özgür iradeyle yaşanıyorsa, er ya da geç mutluluk getirecektir. Oysa her türlü mücadele alanından giderek soyutlanan (sanal âlem gibi sanallaşan) insanlar, edilgen olarak kendilerine dayatılan veya kendileri için yeterli görünenle yetinmek ve her daim kendi onurunun sermayesinden (cepten) yiyerek kendini tüketecektir. Onurlu bir gelecek ve başka bir dünya mümkün! Yeter ki görmek isteyelim.

Bu yazı şu adreste yayımlandı: http://www.kronikmuhalif.com/default.asp?m_id=3&c_id=7994&title=Ferhat%20ve%20Berna%20%D6zg%FCr