30 Aralık 2011 Cuma

Sözde Demokrasi...



                                                                        

Dostum dostum, 
güzel dostum
bu ne beter çizgidir bu
bu ne çıldırtan denge
yaprak döker bir yanımız
bir yanımız bahar bahçe
...







Yukarıdaki dizeler Hasan Hüseyin Korkmazgil tarafından yazıldı ve Ahmet Kaya tarafından bestelendi. Biri “Sol” geleneğin en önemli kültürel değerlerinden biri, ötekisi yine “sol” geleneğin son yıllarda içerisinden çıkarttığı en önemli sanatçı denilebilir. Her ikisine de güzellemelerde bulunmayacağımı belirtmek isterim. Yalnız yukarıdaki dizelerin ilk okuyuş ve dinleyiş anından itibaren insanda bıraktığı derin izi vurgulamadan geçmek gerçekten ayıp olacaktır. Şarkı ve şiiri sevene de sevmeyene de saygı duymakla birlikte, insan yaşamını ve Türkiye'deki yaşam koşullarını en iyi ifade eden söz öbekleriyle muhattap olduğumuzu da belirtmeliyim. Bu da yine yukarıdaki düşünceler gibi, benim kişisel düşüncelerim.


Gerçekten de nasıl bir çizgi bu? Nasıl bir ülkede ve toplumda yaşıyoruz? Bu sorular çoğaltılabileceği gibi bunlara verilecek cevaplar çoktan seçmeli olamayacak kadar tek düze maalesef.

Neredeyse bir iç savaş ortamında yaşıyoruz ve muhattap olduğumuz tüm hukuki süreçler savaş dönemlerinin ve totaliter rejimlerin hatırlatıcısı konumundan öteye gidemiyor. “Sözde” kelimesini bugüne değin “Ermeni” ya da “Kürt- Kürdistan” kelimeleriyle yanyana duyduk ve bu ancak resmi ideolojinin bir dayatması olarak karşımıza çıktı. Toplumun bir kesimi (azımsanamayacak kadar çoğalmış durumdalar) tarafından benimsenen ve neredeyse adam öldürme sebebi olacak raddeye varan bu niteleme, aslında en çok kendisini kullanmakta ısrar edenleri niteleme noktasında işlevsel bir hal alacaktır. Ağızlara pelesenk edilmiş haliyle “demokrasi” kelimesine en çok yakışan niteleme sıfat bu “sözde” kelimesi olacaktır. Sebebi çok basit, sözde bir demkrasiyle muhattap ediliyoruz da ondan.

AKP hükümetinin her fırsatta üzerini örtmeye çalıştıkları iki yüzlülüklerini en açık ifade eden şey bu olacaktır. Kürt meselesinde sürekli vaatlerde bulunup yalnızca sisteme dahil edebildikleri, ehlileştirdikleri Kürtlere demokratik yüzlerini gösteren AKP bürokratları ve onların elinden geçen Anayasayı uygulayan hukuk adamları iş muhalif olanlara geldiğinde şiddetin en alasını uygulamaktan geri durmuyorlar. İş şiddet meselesi olmasa da bu yaşanan sürecin görünen yüzünü oluşturduğu için önemli benim açımdan. İşin daha da derininde bir “tecrit” politikasının yatması ise en acı tarafı. Bu politika gereği, istediklerini yaptırabildikleri muhalif kanalları muhafaza edip, koruyup, kollayıp, muhalefet alanında uzlaşmayanların dışlandığı, ezildiği, şiddete maruz kaldığı bir ortamla karşı karşıya kalıyoruz. Burada şiddet hem fiziksel hem de psikolojik olarak çift taraflı olarak yürütüldüğü için “tecrit” politikasının direkt şiddetten daha kapsamlı bir saldırı olduğu açık. Bu yöntemle muhalefet kanallarının halk ile buluşması engellenmek istenmekte, kitlelerden kopan hareketlerin marjinalleştirilip yalnızlaştırılması amacı güdülmektedir. Yeni olmayan bu yönten uzun süredir Türkiye'de devlet atrafından uygulanmaktaydı. F tipi hapishaneler saldırılarıyla en ağır ve travmatik hamlesini gerçekleştiren devlet erki onlarca insan hayatına mal olmasına karşın, henüz tam anlamıyla tecrit politikasında başarıya ulaşmış sayılmaz. Ölüm orucu direnişleri bu saldırıları gündemde tutarak unutulmasını engellemiş ve halkın tecrit politikalarından haberdar olmalarını sağlamıştır. Ancak ne hükümet ne de iktidarın geri kalan parçaları tecrit uygulamasından vazgeçmek niyetinde değiller. Kürt sorununda silahlı yöntemlerin tecrit edilmeye çalışılması ile Kürt siyasal mücadelesinin önüne set vurmak niyetinde oldukları açık. Bunlar başka yazılarda uzunca üzerinde durulacak konular olduğu için daha fazla üzerinde durmayacağım.

Asıl üzerinde durulması gereken meselenin “tecrit” politikası ve bunun vatandaş ile arasındaki ilişki olduğu fikrindeyim. Örgütlü mücadele yürüten insanların karşılaştıkları sorunlar “örgüte katılmasaymış!” tarzı tepkilerle görmezden gelinse de vatandaşın birebir tecrübe ettiği yöntemler onlar açısından daha öğretici olmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse, şehirlerin varoşlarında yaşayan gariban vatandaşların evlerinin yıkılması ve şehir dışına yapılan yeni yerleşimlere gönderilmeleri önemli bir örnektir. Edirne'deki Roman'ların şehrin dışına nasıl itildiklerini hatta atıldıklarını hepimiz izledik, gördük. İstanbul içinde yaşanan yıkımlar ve oralarda yaşayanların da yine şehrin dışına itildiklerini biliyoruz. Barınma sorunu odaklı bu tecrit politikasıyla insanlar sıcak ve birebir ilişki kurabildikleri mahallelerinden koparılıp soğuk apartman ilişkilerinin kucağına itiliyorlar. Bu sayede oluşabilecek bir örgütlenmenin uzun vadede önüne geçildiğini düşünebiliriz. Aynı apartmanda yıllarda oturup komşusunu tanımayan milyonlarca insandan söz edilebilir bu noktada. Komplo teorilerini andırsa da bunun büyük bir planın parçası olduğunu düşünmememiz için hiçbir gerekçe yok.

Bir dönem üniversite öğrencilerinin halktan tecrit edilmeye çalışıldığına şahit olduk. Öğrenci deyince insanlar güvenilmez birinden söz ediliyormuş gibi davranıyorlar ve Öğrenci faaliyetlerinden uzak tutuluyorlardı. Öğrenci evleri (özellikle muhalif olduğun biliniyorsa) birer örgüt evi muamelesi görüyor öğrenciler ev bulmakta zorlanıyorlardı. Hala daha muhalif kimliğinizi açığa vurarak ev bulmakta büyük zorluklar yaşarsınız, gizlemek zorunda kalabilirsiniz. Öğrencilerin bütün hak arama gösterileri terörize edilerek adeta polis şiddeti meşrulaştırılmaya çalışıldı. 1 Mayıs eylemlerine katılan biri olarak, yaşanan şiddetin birebir tanığı olan biri olarak söyleyebilirim ki o şiddet görüntüleri (polis şiddeti) kolay kolay unutulacak cinsten değildi. Ama burası nasıl bir çelişkiyse kendini (nasıl yaptığını anlamadığım bir şekilde) Avrupa devletlerinin demokrasi kriterleriyle yarıştıran bir hükümetin egemen olduğu ülke aynı zamanda. İşte bu noktada “sözde” nitelemesinin ne denli oturduğunu görebiliriz.

En ufak hak arama girişiminde bütün hukuk yolları kilitlenmekte ve kolluk kuvvetlerinin şiddetli müdahalesi devreye girmektedir. İnsan hayatı bu durumlarda “devletin bekası” gereği görmezden geliniyor, ölümler yalnızca birer istatistiki veri halinden öteye geçemiyor maalesef. “Sözde” milliyetçi birinden bir askerin ölümüyle sonuçlanan PKK eylemi sonrasında “neyse ki 1 kişi ölmüş” lafını duyduktan sonra bunun tescili için fazla veriye ihtiyacımız olacağını sanmıyorum.

İnsan hayatı maalesef önemsiz bir mevzu artık. İnsanlığını kaybeden bir toplumun nasıl çıldırtan bir denge üzerine kurulduğunu ve nasıl beter bir çizgi üzerinde hareket ettiğini her geçen gün daha derinden hissediyoruz. İnsanlarımız içi boş birer et yığını halinde etrafta dolanmaktalar. Öyle ya, hayat hakkında fikir üretmeyen, olaylar karşısında refleks geliştiremeyen et yığınına insan demek mümkün mü? Ancak bir çelişki var ki aslında trajikomik bir mevzu. Hayvan hakları savunucuları bir dönem (özellikle bu yaz) gündemden düşmediler. Taksim'de stand açtıklarında hayvanlara uygulanan işkenceleri ve insanlık dışı davranışları haykırıyorlardı. Onlar da nasıl bir insanlık aşınmasına uğramışlarsa artık, yanı başlarında bulunan “TAYAD'lı Aileler” standına bir kez dahi uğramamışlardı. İnsana işkence ve kötü muamele serbest kalsın demiyorlardı ama buna sessiz kalmayı tercih ediyorlardı. İnsan haycandan daha değersiz görülür hale gelmiş sanırım artık. Hoş bazı durumlarda hayvanlar insanlardan daha yakın ve insani geliyor ve insandan daha yakın dost olabiliyor ama mevzubahis insanlar o tarz insanlarla karşılaştırılamayacak kadar insani değerleri yücelten insanlardır, bunu da belirtmek gerek. İnsan denilen yaşam formundan daha ileri bir adım beklemeden edemiyor insan. Yine de aşağılamak gibi bir hataya düşmemek gerektiğini biliyorum.

Devrimcilerin toplumdan tecrit edilmesinin belki de güzel bir örneğiydi bu. Siyasi bir suçu varsa (düşünce suçlusu olsa dahil) eğer onun hakkını savunmak tehlikeli bir durumdur, uzat durmak gerekir fikrinden başkası değil bu. Bu da “tecrit”ten başkası değil.

Bu yazıyı Cemal Süreya'nın bir şiiriyle bitirmek istiyorum. Sevgili “sözde” demokrat özde Faşistlerimiz bu şiir sizler için yazılmış ve tarafımdan yazıya eklenmiştir.


...

Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
anamız çay demliyor ya güzel günlere
sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
bu, böyle gidecek demek değil bu işler
biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.”1

...


1Cemal Süreya'nın “555 K” isimli şiirinden alıntıdır. Şiirin tamamına erişmek için : http://saimbalkaya.blogspot.com/2011/05/biz-simdi-alcak-sesle-konusuyoruz-ya.html

29 Aralık 2011 Perşembe

555 K - Cemal SÜREYA



şimdi bursada ipek çeken kızlar
bir karasevda halinde söylemektedir:
görmeğe alıştığımız nice yazlar
kimleri alıp götürdüler ama kimleri
karanfil bıyıklı genç teğmenleri
ak saçlı profesörleri, öğrencileri
adları şuramıza işlemektedir
ah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözler
bir karasevda halinde söylemektedir
şimdi bursada ipek çeken kızlar

şimdi erzurumda çift sürenlerin
geçit vermez kaşlarının altında
derindir, ıssızdır, korkunçtur gözleri
sabanın demiri girdikçe toprağa
hınçlarını gömmektedir içine yerin.
çünkü millet hayınları ankaralarda
çünkü izmirlerde, çünkü istanbullarda
çünkü başka yerlerinde memleketin
kanına girdiler masum gençlerin
işte onun için karanlıktır gözleri
şimdi erzurumda çift sürenlerin.

şimdi saat sekizdir başlar gecemiz
gündüzü kısalttılar geceyi uzattılar
şimdi acının ve hüznün göklerinde
umudun yıldızı sarı yıldız mavi yıldız
uykumuzun bir ucunda bombalar
bir ucunda hürriyet inancı sabaha kadar
ingiliz usulü piyade tüfekleriyle
insanca yaşamanın onuru arasında
milletcek bir gidip bir geliyoruz
şimdi saat sekizdir başlar gecemiz

şimdi ay doğar bulutlar arasından
kavat derebeyleri yüreksiz bolu beyleri
hırsızlar, yüzde oncular, kumar erleri
cebren ve hile ile haklarımızı alan
zulmü ve alçaklığı yöneten murdar üçken
biliyor musunuz bir orman gelişiyor şimdi
türküleri duyuyor musunuz nice derin
yakılmış çoban ateşleriyle dağlarda
karanlığı tutuşturup bir köşesinden
geceyi gündüze çevirenlerin

biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
anamız çay demliyor ya güzel günlere
sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
bu, böyle gidecek demek değil bu işler
biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.”

23 Aralık 2011 Cuma

MEMLEKET İSTERİM - Cahit Sıtkı Tarancı



Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.

Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.

Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.

Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.
 
 
C. Sıtkı Tarancı 

5 Kasım 2011 Cumartesi

Turgut Uyar- Uzak Kaderler İçin








UZAK KADERLER İÇİN

Birgün, bir yağmurla garip garip 
-Çoluğu çocuğu terk edeceğim.- 
Bir sevgiyle doymayacak kalbim, anladım 
Alıp başımı gideceğim.


Asır yirminci asırdır, amenna 
Bir yanımda sevgilerim, bir yanımda sancım 
Neon lambaları büsbütün karartır gecemizi 
Uzaklar daha uzaklaşır 
Bir define çıkarır gibi kayalardan, Ademden beri 
Sımsıcak sevgilere muhtacım. 

Bir gün alıp başımı gideceğim 
-Yıldızlar ışısın, yollar üşüsün, yollar...- 
Belimi bir ılık şal sarsın, mavi 
Hüzünlü bir serencamın ardından, şarkısız 
Rüyalarım unutulmuş bir handa pes desin 
Görmüş geçirmiş bir çift duygulu dudak karşısında.

Kendi kendine çekilmez oluyor ömrüm 
Her insanın ayrı ayrı yaşayabilsem kaderinde 
Diyarı gurbette kanlı bir aşk 
Bahtsız bir çocukluk uzak köylerin birinde 
En uzak beyazlar, 
En yakın ikindilerde, duygulu 
Ve bir sahil meyhanesinde bir akşam 
İçip içip ağlasam...

Nasıl kısa kesmeli bilmiyorum? 
Herkesin derdinden pay isterken. 
Uzak kaderlerin suları çağlar simdi 
Yıldızlar dökülür sonsuza içimizden.

Birgün, bir parkta otururken, biliyorum 
Bir el yağmurla dokunacak omuzuma 
Bir çift göz, bir davet, bir kalp 
Çoluğu çocuğu terk edeceğim. 
Yapraklar dökülecek, çiçekler solacak 

Bir sonbahar, bir sabah ve bir yağmur olacak 
Toprak ve insan kokularıyla, 
Uğultulu bir sarhoşluk içinde, yıllar için 
Başımı alıp gideceğim.

Turgut Uyar

7 Ekim 2011 Cuma

Dershane sistemine bir eleştiri



Antalya’da yaşayan 25 yaşındaki genç öğretmen adayı arkadaşımızın yaşadığı apartmanın 4. katındaki dairelerinin balkonundan “bunca yıl 300 lira için mi okudum!” diyerek kendisini boşluğa bırakarak yaşamına son verdiği zamanların üzerinden fazla bir süre geçmiş değil. Aynı zamanları yaşıyoruz diyebiliriz hâlâ.

Niyetim bir genç insanın ölümünü konu edinip dramatik bir yazı kaleme almak değil. Ama “giriş” niyetine yazılan şu mısraları yazarken dahi “içimde ölen biri” varmış gibi yazmakta zorlandığımı söylemem gerekiyor. Haberi ilk okuduğumda, yakın zamanda bir dershane ile görüşmeye gitmiş ve benzer bir durumla ben de karşılaşmıştım. Tarih bölümü mezunu olan bana sunulan teklif, “Tarih ve Coğrafya derslerine gireceksin, bir de Sosyal Bilgiler dersini vereceksin” şeklinde interdisipliner bir nitelikteydi. Teklifi ilk duyduğumda kulaklarıma inanamadığımı söylemeliyim... Okulda geçirdiğim süre içerisinde özellikle interdisipliner bir karakterin benimsenmesiyle toplumların tarihinin daha ayrıntılı ve gerçeğe yakın anlaşılabileceğine dair olan inancım artmıştı ve bu teklif ile aklımda yer edinen bu fikirlerin iş alanında nasıl trajikomik bir şekilde karşıma çıktığını görünce şaşkınlığımın yanında karşımdaki pişkinliğin derecesine de şaşırmıştım. Zira karşımdaki dershane sahibi, nam-ı diğer “düzenbaz” bu çalışma koşullarının yanında bir de sigortasız çalışacağımı muştuladı. Ha, 400 TL aylıkla çalışacağımı da ekledi fazla zaman geçirmeden. 

İlk gün, teklif edilen çalışma koşullarının ve aklımdaki interdisipliner yaklaşımın birbiriyle olan bağını ve etik anlamdaki farklılıklarını düşünmekle ve kesin bir cevap vermeden geçti. Mezun olmadan önce fazla mı hayal kurmuştum yoksa?! Fazla uzatmadan vardığım sonucu paylaşayım istiyorum: dershane sistemi (stajyerlik maskesi altında) öğretmenlik mesleğinin onurunu ayaklar altına alan bir kimliğe sahiptir. Dershane sahibine de“teklifiniz sadece bana değil, aynı zamanda ‘öğretmen’ adayı olan ve öğretmenlik mesleğini icra eden herkese yapılan bir hakarettir, öğretmenlik mesleğinin onurunu ayaklar altına alan ve onu lekeleyen bir tekliftir, bu sebeple teklifinizi reddediyorum” diyerek mekândan uzaklaştım.

Neden bu sonuca vardığıma gelirsek; öncelikle taze mezunları 2 yıl stajyer öğretmen adı altında, ucuza ve güvencesiz çalıştırarak onları, eğitimin parayla alınıp satılan bir meta olduğuna ikna ettiği için. Daha sonra eğitimin metalaştırılmasına paralel olarak yetkin olmayan (felsefi anamda) insanların sırf sömürüye ayak uydurdukları için “öğretmen”sıfatıyla ortalıkta dolanmasına, dolayısıyla bir “öğretmen enflasyonuna” ve mesleğin içinin boşaltılmasına ya da başka bir deyişle “mesleki deflasyona” ve aşınmaya yol açtığı için... Bunların yanında her yıl artan oranda mezun veren bölümlerin seri üretime geçmiş bir fabrikayı andırdığını düşünürsek, piyasaya sürülen işsiz öğretmen (adayı) sayısının sürekli artacağını (ve arttığını) söyleyebiliriz. Bunun yol açtığı şey ise bir yandan dershane sahiplerinin ahlaki kriterleri hiçe sayan tekliflerinin giderek daha acımasız ve gayri ahlaki olması, bir yandan giderek artan oranda yedek iş gücü (bunu “öğretmen enflasyonu”olarak adlandıralım)  ve bunun da yol açacağı şey ise yukarıda özetlemeye çalıştığım“mesleki aşınma” ve “mesleki deflasyon” dur.

Devlet ve ilgili bakanlıkları özellikle bu süreci körükleyerek (daha fazla üniversite açarak, daha fazla üniversite mezunu işsiz yaratarak) dershane sistemini ayakta tutarken, aynı zamanda mevcut eğitim sistemini de dershane sistemine angaje etmenin telaşında gibiler. Daha ilköğretimden sonra dershaneye verilmeye başlanıyor artık öğrenciler. Artan öğretmen ihtiyacı da taze mezun adaylardan “stajyer” adı altında sağlanıyor. Tam bir rezalet...

Öğretmenlik mesleği (bana göre asla bir sektör anlamında değil tamamen idealist bir talep-talip ilişkisi ifade edilmek isteniyor) devlet eliyle yürütüldüğünde çalışana memur denilmekte fakat özel sermaye dershanelerinde çalışanlara artı bir sıfat kazandırmamakta. Bu da aslında ne kadar güvencesiz bir seçim olduğunun ifadesi olmalı. “Biraz dişini sık, iki sene çalış hele daha sonra bak nasıl refaha kavuşacaksın. Özel ders bile verirsin” şeklinde başlayıp aynı minvalde devam eden çok sayıda cümle duyan biri olarak bu cümleyi kuran her bir bireyin “insani değerlerinden” şüphe duyduğumu da belirtmek istiyorum.

Yukarıdan aşağıya bu yazıyı okuma zahmetinde bulunan herkes bir de aşağıdan yukarıya okursa şunu görmeden edemeyecektir: “Bu sorun sistem sorunudur!”. Ortada insani olmayan piyasa koşullarının (buna isterseniz neo-liberal politikalar diyelim, (eskisinden farkı neyse?)) pençesine terk edilmiş bir eğitim sistemi söz konusu. Bir komplo teorisi olarak dershane sisteminin, resmi eğitim sisteminin niteliksizleşmesinden büyük rantlar elde ettiğini ve bu niteliksizleşmeyi teşvik ettiğini; hatta bunun en önemli sebebi olduğunu, başka bir deyişle bu sorunun hem sebebi hem de sonucu olduğunu iddia edebiliriz. Paradoksal bir denklem olan bu durumun kısa vadede bir çözümü olmasa da uzun vadede bir reform ile çözüme kavuşturulacağını düşündüğümü de eklemem gerekiyor. Bu reformu yapacak yiğitlik de ne mevcut hükümette ne de ona rakip muhalefet odaklarında mevcut gibi görünmüyor.

Şimdi ne yaptığımı merak eden arkadaşlar olabilir belki (etmeyenlerin çoğunlukta olduğunu bilsem de), onlar için kısa bir açıklama ekleyip daha sonra konuyu toparlayayım. Üniversiteden mezun olduktan sonra “bir deneyeyim” diye dershane kapısını aşındıran biri olarak geleceğimin orada olmadığını da görmüş bulunmaktayım. 400 TL aylık ücretle 3 ayrı branşta ders okutması istenen ben, şu an alakasız bir meslek grubunda faaliyet göstermekteyim. 650 TL aylık ücret ve bahşiş ile ortalama 900-1000 TL kazanacağım vaat edilen garsonluk mesleğini icra ediyorum. Günde 12 saat çalışmam istense de, doğallığında yapmam gereken meslek dalıyla karşılaştırılınca daha cazip geldiği açık. Hele bir de öğrenciyken “kredi” aldıysanız ve geri ödemesi gelmişse bu işin altın değerinde bir fırsat gibi geldiğini söylemem gerek. Ne kadar trajikomik değil mi? Yıllarca eğitim al, bin bir zorlukla karşılaş ve bir sürü sıkıntıyla mezun ol; işsiz kalman yetmezmiş gibi bulduğun işlerde de sömürünün en derinini yaşa. İlk iş deneyimine bu şekilde başlayan insanların hayatlarının devamında tepkisel yaklaşmalarını beklemek biraz garip kaçıyor sanırım. Aldığım eğitimin karşılığını kesinlikle piyasa ekonomisinin bir yansıması olan dershane sistemi içerisinde alamayacağımı biliyorum, bir yüksek eğitim kurumunda aşamalı olarak yükselme (akademik kariyer) hedeflerimin ise ne kadar taze kalacağını şimdiden kestirmek zor. Her ne kadar bu çiçeği sürekli besleyip canlı tutmaya çalışsam da hayatın soğuk yüzü, kıran girmişçesine bütün beklenti ve hayallerimizi soldurmaya çalışıyor. Burası Türkiye ve burada herkes herkes olabiliyor, ne de olsa namı diğer “Küçük Amerika”... Biz aklımızı ve kafamızı kullanamadığımız için başarısız oluyoruz.  Başarısız olduğumuz doğru aslında. Kendi adıma konuşmam gerekirse (ki gerekir) piyasa ekonomisinin egemen olduğu şehir merkezlerinde yaşamak için gerekli beceriden ya da beceriksizlikten yoksunum sanırım. Bu sebeple birçok alanda becerikli olduğumuzu düşünsem de bu ahlaki erozyona tahammül edemediğimiz ve ona ayak uyduramadığımız için gerçekten bizler başarısız oluyoruz.

Kimseye benim gibi yapın demiyorum, diyemem de... İnsan tecrübeleri, öncelikleri ve meselelerin yakıcılıkları bu derece farklıyken tep tip bir tepki ortaya koymanın hayal ürünü olacağının farkındayım. Ama işsiz öğretmen adaylarının, işsiz işçi adaylarından hiçbir farkı olmadığını, bir sektörü ayakta tutacak yedek iş gücü olduklarını ve mevcut çalışma koşullarından rahatsız oldukları halde işsiz adayların çokluğundan ötürü işini kaybetme korkusuyla sessiz kalan çoğunluğun sesini bastıran en önemli etmen olduklarının bilincinde olmalarını dileyebilirim kendilerinden.

Ceyda Cansu Denker (25) isimli arkadaşımızın trajik ölümü kaç kişide travmatik bir acı hissi yarattı bilemem; ama benim dershaneden aldığım teklifi reddetmemin en önemli sebebi olduğunu söyleyebilirim. Kendisi belki de apolitik gençlik kervanının bir üyesiydi ve hatta politik tavır alan statüdaşlarıyla siyasi-politik karşıtlık içerisinde dahi olabilirdi; onu önemli kılan şey her şeyden öte “insanca yaşamak” için aldığı eğitimin karşılığının piyasa koşullarınca belirlenemeyecek kadar değerli olduğun altını çizmesiydi. Eğitimin ticarileşmesi, yukarıda ifade etmeye çalıştığım bazı kavramları doğurmakla birlikte, bu arkadaşımızda olduğu gibi travmatik sonuçlara da yol açmaktadır. Devlet bu ayıbıyla yüzleşmek ve yurttaşlarına insanca yaşamanın kanallarını açmak zorundadır. Bunu isteyerek ve severek yapmayacağı çok açık. Çünkü, yukarıda da özetlediğimi sanıyorum, dershane sistemi, resmi eğitim sisteminin tamamlayıcısı vazifesi görmekte, hem eğitim sistemindeki bozukluğun sebebi hem de sonucu olmaktadır. Acaba kaç okul müdürünün dershane bağlantıları var? Ya da öğretmenlerin?!. Yukarıda birileri el sıkışmış da aşağıdakiler bundan habersiz kendileri hakkında verilen fermanı uygulamaktalar sanki...

Bu gibi olayların sıkça yaşanmasını istemiyorsak elimizin taşın altında ezilebilme ihtimalini göze almalıyız. Acı çekmek, eğer mutlu bir yarın için isteyerek ve bilerek yani özgür iradeyle yaşanıyorsa, er ya da geç mutluluk getirecektir. Oysa her türlü mücadele alanından giderek soyutlanan (sanal âlem gibi sanallaşan) insanlar, edilgen olarak kendilerine dayatılan veya kendileri için yeterli görünenle yetinmek ve her daim kendi onurunun sermayesinden (cepten) yiyerek kendini tüketecektir. Onurlu bir gelecek ve başka bir dünya mümkün! Yeter ki görmek isteyelim.

Bu yazı şu adreste yayımlandı: http://www.kronikmuhalif.com/default.asp?m_id=3&c_id=7994&title=Ferhat%20ve%20Berna%20%D6zg%FCr

17 Eylül 2011 Cumartesi

Sanal âlem aldatmacası

Sanal âlem aldatmacası

Facebook platformuna ve benzeri sanal ortamlara bir veda içeriği taşımaktadır bu okunmakta olan yazı.

Bunun bir yazıyla ilan edilmesi yine buna gerek duyulmasına yol açan sebepler gibi popülist bir tavır olarak algılanabilir. İlgi-alaka veya verilecek tepkinin-lerin yol açtığı merak... Yapılan sayısız bilimsel araştırmanın ortak noktası facebook gibi platformların ve bizzat kendisinin kullanıcılarda narsist eğilimleri körüklediği ve genel olarak kişilik bozukluklarına yol açtığı yönündedir. Bu araştırmalar daha çok araştırma amaçlı olup içerisinde bir nasihat barındırmazlar. Olanı olduğunca sunmaya çabalarlar yalnızca. Ama ben bu yazıda bilimsel analizlere ya da metinlere yer vermek yerine gerçek olduğunu bildiğim ve düşündüğüm mevzuları paylaşacağım.

2010 yılı Ağustos ayında yazmış olduğum bir blog yazımda "telefon" vb. araçların insan ilişkilerini yıprattığını, insanların birbirleriyle çabucak ve istedikleri an erişim sağladığını belirtmiş ve sahip olunan metanın insana ait olmaya başladığını ve bu yoldan dönülmesi için insanların telefonlarını bir kenara bırakıp yüz yüze görüşmeyi tercih etmelerini tavsiye etmişim. Bugün bu yazıyı uzun zamandır görüşmediğim ve bu sebeple ilişkimizin kopma noktasına geldiğini fark ettiğim çok sevgili bir arkadaşımla konuşurken yeniden okudum. Çünkü o yazıda bahsettiğim uzaklaşma ve kopma sonuçları bizim ilişkimizin içerisinde de yer alıyordu ve ben bunun sebebini biliyordum. Ama farklı olan şey yazıda bahsettiğim uzaklaşma sebebi olan telefonun bizim arkadaşlığımızı kurtarmak için önemli bir araç olduğunun farkına varmamdı. Yani önceki yazıyı güncelleyerek ve yeni etkenler ekleyip, eskinin kötü ilan edilen aracına biraz iyi anlamı yüklemek gerekmekteydi.


Facebook - Sosyal paylaşım ağı

Öncelikle vurgulanması gereken şey kesinlikle bu isimlendirmenin yalan olduğudur. Sosyal paylaşım ağı denilen olay insanların çeşitli olaylar hakkında yorum yapıp tartıştığı, yeni insanlarla "sanal" olarak tanıştığı, aslında eski durumda herhangi bir değişiklik olmamasına rağmen olmuş gibi hissettikleri "sanal" birliktelik alanlarıdır. Burada beğenilerinize göre sayfalara üye olabilir, çeşitli edebi akımlar ya da sinema filmleri hakkında yapılan paylaşımları takip edebilirsiniz. Okuduğunuz kitaptan dinlediğiniz müziğe ve daha bir çok alanda, daha da spesifik bilgiler girmek suretiyle kendiniz hakkında en ufak ayrıntıları ailenizin bile bilmediği yönlerinizi ya da aslında sizinle alakası olmayan fakat hep özendiğiniz durumları kendinize atfederek sanal bir kişilik oluşturabilirsiniz.

Sosyal paylaşım ağları, insanların zamanlarının büyük kısmını çevrimiçi olarak geçirdikleri, sanal sohbet ettikleri bir mekan olarak insanı gerçek hayattan koparıp çekmektedir. İnsanlar açlıklarını bile erteleyecek kadar bu ortamların bağımlısı olabiliyorlar. Bu facebook ve sanal âlem için büyük bir başarıyken (ve tabi devlet istihbarat servisleri için de) insanlık için büyük bir kayıptır.

İnsanlar sokağa çıkmaz, yürümez ve birbirlerini sanal ortam dışında görmez hale gelmektedirler. Hatta aynı sokakta oturup birbirlerini arkadaş listelerine ekleyip sohbet ettikleri halde gerçek hayatta selamlaşmayan insanların varlığından da haberdarım. Kimin ne amaçla kullandığıyla ilgilenmediğim sanal platformun ilgilendiğim tek yanı insan ilişkilerine vurduğu darbedir.

Sanal âlemde örgütlenen eylemler insanların eğilimlerini ortaya çıkarırken, polis için hiç olmadığı kadar veriyi, insanlar kendi elleriyle ve rızalarıyla sunmuş oluyorlar. Bu eylemlerim kimisi hedeflendiği gibi başarılı olurken çok büyük bir kısmı asla sanaldaki kadar katılıma erişemiyor. Bu da en çok devletin işine geliyor. İnsanlar sokağa çıkmak yerine feysbuktan örgütlensinler, sanal yürüyüşler yapsınlar vs.

Veda

Bu kimsenin üzülmeyeceği, sevinmeyeceği ve hatta tepki geliştirmeyeceği bir durumdur. Veda kelimesi terminolojik olarak duygusal bir anlam taşısa da bu yazıda aynı şeyi ifade etmeyecektir. Buradaki amacı aslında coşkulu bir yeniden var oluşu tetiklemektir.

Bendeniz uzun zamandır feysbuk hesabı olan biriyim. İlginçtir, hizmete sokulduğu ilk günlerden itibaren eleştirmekten asla imtina etmediğim bir platformda, buna rağmen uzun süre kalmayı sorun olarak görmemiştim. Ama yukarıda bahsettiğim insan ilişkilerinde yaşanan yıpranmaya şahit olup, bunları bir de birebir yaşadıktan sonradır ki "artık dur!" diyebildim kendime.

Her türlü sosyal paylaşım ağına karşı insani ilişkilerin güçlendirilmesi yönünde bir mücadele başlatacağım kendi çapımda. Arkadaşlarımı ikna edip sanal ortam yerine yüz yüze görüşebilirsem o zaman gerçekten mutlu olacağım. Bunu hissedebiliyorum, yani eğer insan yaşamının amacı mutluluğa erişmekse ben buna bu yolla erişeceğime inanıyorum. Kimseye “bırakın feysbuku vs.” diyecek kadar çokbilmiş değilim, ama sanal âlemin “sosyal paylaşım ağları”na takılacak balık da değilim artık. Benimle iletişime geçmek isteyen insanlar varsa gerçekten bunu telefonumu ya da mail adresimi kullanarak gerçekleştirebilirler. Haa, bu da bir sanallaştırmadır belki de ama daha az bağımlılık yaratan cinstendir bence ve tercihim kesinlikle yüz yüze görüşmekten yanadır. Sıcak br tokalaşmanın, sarılmanı yerini hiçbir sanal belge ve bilgi alamaz...

Bana ait feysbuk hesabını kapatıp uzun süredir ara verdiğim kitap okumalarıma ve çok sevdiğim yazı yazma denemelerine kaldığım yerden devam etmek istiyorum artık. İradenin yenilgisini tatmış ve bunun bilincine varmış biri olarak, irademi tekrar sanal âlemin karşısına dikip kendimi var etmeye devam edeceğim. Artık binlerce kişinin katılacağını belirtip katılmadığı eylemlerin organize edilişine tanıklık etmek istemiyorum, tepkimi sanal ortamda dile getirip köreltmek ve gerçek adresine gitmesine engel olmak istemiyorum. Platon'un "gölgeler" dünyası bizim gerçek dünyamıza egemen olmak üzere. Ya ışığa sırtımızı dönüp gölgelerimizi gerçek sanmaya devam edeceğiz ya da yüzümüzü ona çevirip gereklerle yüzleşeceğiz.


SAİM BALKAYA

saimbalkaya@gmail.com


Bu yazı şu adreste yayımlanmıştır: 
http://kronikmuhalif.com/default.asp?m_id=6&c_id=7981&title=Sanal%20%E2lem%20aldatmacas%FD


13 Ağustos 2011 Cumartesi

Düşünmek suç değildir! düşünenlere selam olsun...

Bir zamanlar düşünce suçlusu olarak ifade edilen ve genel olarak hakim siyasal erke muhalif oldukları için hapishanelere tıkılan binlerce hatta onbinlerce insanın kaderini, günümüzde "terörist" olarak çekenler var.

Bu suçlamayla karşı karşıya kalmanız için ille de silahlı bir eyleme katılmış olmanız ya da herhangi bir örgüte üye olmanız gerekmiyor. Bunun tek kıstası siyasal erke yani iktidara muhalif olmanızdır.

Hacettepe Üniversitesinde öğrenci olduğum yıllarda tanıştığım ve hayata bakış açısında ortaklaştığım sevgili dostumuz Yalçın Çakmak bu tür bir suçlamayla karşı karşıya. Üstelik suça gerekçe oluşturan sebepler trajikomik bahaneler şeklinde karşımıza çıkıyor.

Güler Zere, bir süre önce damak kanseri olduğu için oluşturulan kamu oyu baskısı sayesinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından cezası affedilerek serbest bırakılmıştı. Bu süreci basından hatırlayanlar olduğundan eminim. Ölüme adım adım yaklaşan bir mahkumun Adli Tıp Kurumu'nun siyasi ve düzmece raporları yüzünden geç tahliye edilmiş, bilerek ve isteyerek ölümüne yol açılmıştı. Güler Zere tahliye edildikten sonra sadece birkaç ay sonra hayata gözlerini yummuş, devlet tarafından bir mahkum (içeride hala kanserle savaşan mahkumların olduğunu eklemek gerek) bilinçli ve sistemli olarak ölüme yollanmıştı.

Yalçın Çakmak arkadaşımız da bu kamu oyu baskısının oluşum sürecinde Tunceli (Dersim)'in Hozat ilçesinde gerçekleştirilen bir basın açıklamasına katılmış ve ölmek üzere olan hasta bir insanın mahkumiyetinin devam etmesine ve tedavisinin bilinçli olarak aksatılmasına karşı vicdanıyla hareket etmiş ve onun serbest bırakmasını istemiştir. Gelin görün ki, polis ve asker boş durmamış bu eylemlere katılanlar hakkında fişleme ve tutanak tutmak yoluyla devlet baskısını hissettirmişlerdir.

Bu tutanaklar ise daha sonra Araştırma Görevlisi olan arkadaşımızın akademik kariyerini engellemek için bir baskı aracı olarak kullanılmış, hakkında "Terör örgütü üyesi olmak" gerekçesiyle Malatya Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açılmıştır. Elbette bu ülkede insanlar asit kuyularında öldürüldü, hapishanelerde öldürüldü, gözaltında kaybedildi, düşüncelerinden dolayı yaşam hakları ellerinden alındı ve bunların yaşandığı bir ülkede tutup da üzerindeki baskıdan söz etmek kimilerince haksızlık olarak yorumlanabilir, ancak mesele insanın düşüncesini özgürce ifade edebilmesine karşı geliştirilen hukuki ve psikolojik bir savaşın bertaraf edilmesidir. Bu tarz bir baskıya sessiz kalmak yaşanan veya yaşanması muhtemel ölümleri onaylamak olacaktır. Ayrıca düşüncenin baskı altına alınması o düşüncenin ve onu savunanların ölümü anlamına geleceği için, fiziki ölümden pek de farklı bir durum ortaya çıkmamaktadır. Bu vesileyle düşüncelerini savunurken öldürülenlere selam olsun, anıları biz yaşadıkça yaşamaya devam edecek.

Bu sebeple her nerede baskı varsa, devlet insanlar üzerinde yaptırım uygulama hakkı istiyorsa, orada insan hakları yara alıyor demektir. Bizler de yaşam hakları ellerinden alınan, siyasi soruşturmalar ve davalarla kovuşturmaya uğrayan ve düşüncesini ifade etme hakları ellerinden alınmak istenenlerin yanında, onların mücadelesine destek olacağız.

Yazıda Güler Zere geçmişken, onun nezdinde hapishanelerde hasta olarak tutuklu bulunan tüm siyasi tuksakları da analım.

Son olarak ifade etmek gerekirse, düşünmemenin ve sorgulamamanın ödüllendirildiği ve düşünmenin suç olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Ancak unutulmamalı ki düşünmek suç değildir, ve tüm düşünmekle suçlananlara selam olsun.

bu yazı daha önce şu adreslerde yayınlandı;

http://www.kronikmuhalif.com/default.asp?m_id=3&c_id=7926&title=D%C3%BC%C5%9F%C3%BCnce
http://guvercincurnatasi.wordpress.com/2011/08/12/312/
http://saimbalkaya.wordpress.com/2011/08/12/dusunmek-suc-degildir-dusunenlere-selam-olsun/

11 Ağustos 2011 Perşembe

Aynı zamanda ve genel olarak şu adresteyim..




güncele ve genele dair görüşler, dost yazıları ve makaleler için artık yukarıdaki adresi tercih ediyorum. Yerçekimli Karanfil blog adresim varlığını devam ettirecek ancak eskisi gibi güncellenemeyebilir.


Yine de Güvercin Curnatası adresinde yayımlanacak yazılarımı aynı zamanda buradan da takip edebilirsiniz.

Curnata'ya yazar ya da içerik sağlayıcı olarak katılmak isteyen olursa benimle iletişime geçebilirler.

saimbalkaya@gmail.com

28 Temmuz 2011 Perşembe

Turgut Uyar - Yokuş Yol'a


güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan
dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar

dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan
Kürdistan'da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kanar

Muş - Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan
eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar

sen bir yaz güzelisin, yaprakların ekşi, suda yıkanırsan
portakal incinir, tütün utanır, incirler kanar

bir yolda el ele gideriz, o yolda bir gün usanırsan
padişahlar ve Muşlar kanar, darülbedayiler kanar

Muş - Tatvan yolunda bir gün senin akşamın ne ki
orada her zaman otlar otlar ergenlikler kanar

el ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen
benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar

26 Temmuz 2011 Salı

Edip Cansever - Bir Genelev Kadını Ve...


Girdi
Sırtında eski bir ceket vardı
Bir yerlerden sızmıştı sanki, gün ışığı gibiydi
Sarışındı
Önce bir süre kapının önünde durdu durdu
Gölgelendi, inceldi, beni gördü
Pek önemsemedim
Baktı, hiç konuşmadı
Oysa bir İsa tasviri gibi uçumluydu, güzeldi
Yer gösterdim, oturmadı
Bir sigara yaktım, ona da verdim
Aldı
Sigarasını ben yaktım
Kısa bir gülümseme yürüdü dudaklarından
Benim dudaklarıma da geçti
Çocuklar gibi kızardım
Öteki kızlar gülüştüler
Ben kendimi sevdim, güvendim
Saçlarımı düzelttim, göğsümü biraz kapadım
Bana elini uzattı, ellerimiz birbirine değdi
Sıcaktı, inceydi, kıskanırım anlatmaya bu eli
Ağır ağır odama çıktık.

Girdi
Açık pencereyi kapadım
Perdeyi çektim
Arkamı döndüm, yavaş yavaş soyundum
Bileğimdeki saati çıkardım
Sigaramı söndürdüm
Tam o zaman..
Zaman da değildi belki
Önce korkunç bir gözyaşı seli
Sonra alabildiğine bir kayalık
Kayaların üstünde bir kertenkele
Ardından bir ormanın uğultusu
Binlerce kanat sesi
Sağ elinde bir bıçak
Yok, hayır, bıçak da değildi
Vuran, ezen, öldüren bir el
Ve eller
Ve dişler
Kendimden geçtim.

Bir daha gelmedi, hayır, bir daha hiç gelmedi
Ama onunla ben
Ne zaman istedimse o zaman yattım
.

Referandum süreci sonrası yazdığım fakat şimdi yayınlayabildiğim değerlendirme yazısı.

Daha önce referandum sürecini "evet-hayır" zıtlaşması üzerinden değerlendirmeye çalışmış, neden evet ya da hayır demeyeceğimi açıklamaya gayret etmiştim.

Bugünkü yazıda ise referandum sürecinin sonunda karşımıza çıkan süreci, kendi süzgecimden geçirerek aktarmaya çalışacağım.

Evet ya da Hayır seçeneklerini destekleyenler, her biri yalnızca kendi düşüncesine odaklandığı için bir diğeri hakkında yeterinde bilgi sahibi olamadılar. Olaylara taraflı ve düşmanca yaklaşmak sorunu anlaşılmaktan uzaklaştırdı ve içinden çıkılmaz bir hale soktu. Bu sebeple "evet-hayır" seçeneklerini tercih etmeyen biri olarak, dışarıdan yönelteceğim eleştirilerle bu süreci her iki taraf için de anlaşılır kılmak için çabalayacağım.

Öncelikle diğer yazılarımdaki sıralamaya uygun olması bakımında "evet" seçeneğini inceleyelim. Evet'çiler için yazdığım yazıda, samimi olmadıklarını, samimi olmaları halinde yapmayı vaad ettikleri değişikliklerin aslında yapılması gereken değişiklikler olduğunu ifade etmiştim. Şimdi baktığımızda içerikten ziyade reklam çalışmalarının ve muhalefetin olayı kişiselleştirmesinin bir sonucu olarak "evet" oranlarında hiç beklenmeyen bir artış ortaya çıktı. Bunun sebebi bana öyle geliyor ki, muhalefet partilerinin bunu bir güvenoyu sınamasına çevirmeleri olmuştur.

Zira Tayyip Erdoğan ve AKP karşıtlığı üzerinden yürütülen kampanyalar, alternatif sunamayan muhalefetin söylemlerinin havada asılı kalmasına ve halkı ikna edememesine yol açtı. Kişiler ya da karizmatik liderler her zaman hedef haline getirilirler, ancak bu onların karizmalarının artması dışında bir işe yaramaz. Tayyip Erdoğan hakkında çok eskiden beri yürütülen kampanyaların varlığı, bu zatın halkın hafızasına sinen bir biçimde etki etmesine sebep olmuştur. Ve yapacağım dediği her şeye muhalefetin karşı çıkması, vatandaş nezdinde çok da hoş karşılanmamış anlaşılan.

Tayyip Erdoğan üstü açık veya muhalefetin söylediği gibi üstü kapalı bir biçimde halk oylamasına sunduğu maddeleri, oyunu istediği vatandaşa açıklamayı başarmış gibi. Ya da kendisi üzerine oynayan muhalefeti daha da kışkırtarak popülaritesini arttırmış görünüyor. Bu gidişat yerel ya da genel seçimlerde de aynı şekilde devam edecektir gibi geliyor. Eğer Muhalefet gerçek anlamda alternatif projeler geliştirip, halkın karşısına "bunu, bunu, bunu, şöyle, şöyle,şöyle yapacağız" diye çıkmazsa AKP ve Tayyip Erdoğan daha birçok meydan savaşını zorlanmadan kazanacaktır.

% 58 evet oranı hükümetin halktan ciddi bir destek aldığını gösteriyor. %42 hayır oranı ise, proje ortaya koyamayan muhalefetin ıkınarak çıkardığı bir sonuç gibi görünüyor. Yoksa alternatiflerin yarıştığı bir şeçimde bu kadar farkın çıkması beklenmemeli.

Hayır cephesine gelelim.

Bütün gazeteler ve köşe yazılarında Hayır oylarının oranının büyük oranda Kemal Kılıçdaroğlu' nun karizmasına bağlı olduğu yazılıyor. Burada açıkça MHP' nin bu oylamada "dış kapının mandalı" konumunda algılandığını gösteriyor. Kılıçdaroğlu çok çalıştı, çok mitingler yaptı, bazen aynı gün içerisinde farklı şehirlerde 4 miting gerçekleştirdi. Büyük bir performans gösterdi elbette ve kendisinin genel başkanlık koltuğuna oturduğu günden itibaren sürekli artan karizması büyük oranda bu performansa yansıdı. %42 oranının çıkmasında büyük bir paya sahip oldu haklı olarak. Ancak konuşmalarında çok fazla konuya sembolik olarak değinmesi, altını doldurmadan dokunarak geçmesi, alternatif bir program ve projeden yoksun olması ve en önemlisi referandumu Tayyip Erdoğan'a karşı bir meydan savaşına dönüştürmesi, oranların böyle farklı olmasına yol açtı.

Bu yaptıkları yanlışlarıydı. Doğru yaptığı tek şey söylemlerin Milliyetçi ve soyut kavramlardan arındırılıp daha gündelik ve gerçekçi söylemlere dönüştürülmesi oldu. Konuşmalarda ekonomik sorunlar, sağlık sorunları ön plana çıkarıldı, eşitlik ve kardeşlik mesajları verildi. Statükoyu aştıkları söylenemez elbette, ama bu söylem değişikliği Baykal dönemine göre oldukça köklü değişiklikler anlamına geliyor. Velhasılıkelam yapılan bu manevralar, yanlışların yanında oldukça güdük kaldı ve sonuca böyle yansıdı.

Bir de referandum'un bir diğer cephesi vardı, "BOYKOT"...

Boykot tavrı hem evet hem de hayır'cılar tarafından boş bir eylem olarak görüldü. Vatandaşlık görevi oy kullanmaya indirgendi, insanların 3. bir seçeneği seçmesine kaybedilecek oy ve sarsılacak sistem meşruluğu sebebiyle karşı çıkıldı. Ancak görülen o ki, ülke genelinde referanduma katılım %77 oranında. Bir başka deyişle, boykot edenlerin oranı % 23...

Güney Doğu ve Doğu'da BDP'nin çağrısı önemli yankı bulmuş durumda. Birçok ilde referanduma katılım sembolik denecek kadar az. Örneğin; Hakkari'de bu oran % 6. yani 100 kişiden yalnızda 6'sı sandığa gitmiş, 94 kişi boykot etmiş. Diyarbakır'da katılım %35 civarlarında yani %65 boykot... Bu liste bölge illerinde bu şekilde. Yerel seçimlerdeki tabloya benzer bir şekilde BDP ve CHP'nin oylarını koruduğu, kitlesini yönlendirebildiği görüldü. MHP ise tabanının AKP tarafına kaymasına engel olamadı. Bu sebeple partisinin 1. olduğu yerlerin bir çoğunu "Evet" rüzgarı kasıp kavurdu.

Anlamlandıradığım bir nokta da "Hayır" diyen CHP'lilerin Boykot edenlere karşı yönelttikleri işbirlikçi eleştirisi. Bu eleştirinin ilertutar bir yanı yok. Hala statükoyu devam ettirip insanları kalıplara sokma arayışının bir ifadesidir ancak bu. Boykot edenler, eğer boykot etmeselermiş oyları "evet" olacakmış zaten. Yani?!. İlle de Hayır mı demek gerekiyor yani, bu mu demokrasi? Bu düşünceyi savunan insanların bir an önce siyasal kuramlar hakkında bilgi edinmelerinin elzem olduğu görüşündeyim.

Ayrıca BDP dışında boykot edenler de vardı referandumu, tıpkı CHP dışında "Hayır" diyen solcuların da olduğu gibi... BDP eğer istekleri kabul edilirse referanduma evet diyeceğini açıkça söylemişlerdi zaten. Adamlar gizliden iş yapmıyor. Ben hayır diyeceğim deyip boykot ediyorum demediler yani. Bu sebeple BDP kendi politikası gereği bir tercih yaptı ve bölgesinde büyük bir destek alarak 3. seçeneğin meşruluğunu sağladı. CHP'lilerin neden evet Doğu ve Güney Doğu'da bu kadar yüksek çıktı demek yerine bir an önce, Neden buralarda Hayır oranları bu kadar düşük çıktı diye düşünmesi lazım. Demek ki Kürt sorunu noktasında gerçekçi bir projeye sahip değiliz, demek ki bölgenin ekonomik kalkınması için yerel otoritelerle ilişki içerisinde değiliz, demek ki bölge halkına herhangi bir şey vaat edemiyoruz diye düşünmeliler. Şapkasını çıkarıp önüne koyması gerekir ana muhalefetin..

Yazıyı noktalamanın zamanı geldi. Tahmini sayısal verilerle yaptığım hesaba göre, "evet" oldukça büyük bir fark atmış durumda. hayır'cılar hayırlara vesile olmadılar kendi açılarından, fakat referandumun 2. galibi kesinlikle Boykot cephesi oldu. İlerleyen dönemlerde Kürt sorunuyla ilgili konularda BDP'nin muhattap alınmasının meşruluğunu sağladılar böylece... Sırada Genel Seçim ve bu arefede çözülmeyi bekleyen ciddi sorunlar var.
Olaya bir de bu taraftan bakın isterim. İsterim ki kuru ve kişisel düşmanlıklar yerine siyasal alternatifler yarışsın, ülkemde insanlar bilinçsizleştirildiklerinin ve sadece sistemin meşruluğu için kendilerine ihtiyaç duyulduğunun ayırdına varsın. İsterim ki insanın insan tarafında sömürülmediği insanca bir sistem kurulsun, -bunun adına sosyalizm deniliyor- ve isterim ki bütün bunların zorlu olduğunun fakat mutlaka olması gerektiğinin farkına varılsın.